28 Aralık 2011 Çarşamba

"Urfa'yı Görmeyesen"


Bir insana edilecek en kötü beddualardan biri bu olsa gerek. Kızı sevmiş. Kız ise haber göndermiş. "Onu istemem" demiş. "Bu işin sonu olmaz, beni unutsun" demiş. Delikanlı yüklenmiş diline:

"Gidesen gelmeyesen,
Başın ömrün yiyesen,
Beni istemedin ya,
Le Urfa'yı görmeyesen!"

Vaaaaay vay. O nasıl laf öyle? "Sus öyle deme kıza" diyeceğim geliyor. Böyle durumlarda kim haklıdır acaba? Delikanlı platonik ise böyle demeye hakkı olmaz elbette. "Sen seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi şart mı?" demiş ya şair. Ya da kızcağızı ürkütmüş, hak etmediği gibi davranmış olabilir. Bu durumda kız da istemez tabi. Ama eğer özne (kız ya da erkek) umut veriyor, açık kapı bırakıyor, sonrasında da "seni istemem" diyorsa; ayıp etmiştir. Hakka girmiştir. Atı alıp Üsküdar'ı geçmiştir. Giden yaktığıyla, arkada kalan ise baktığıyla kalır...

Ben iki yıldır Sürme Gözlü Yârim Canım Urfam'ı göremedim. Üstüne az evvel bu parçayı dinleyince daha da bir hislendim. Esbabı farklı ama olsun, neticede göremedim işte. Allah kimseyi sevdiğinden ayırmasın. İşte o parça:


Gidesen gelmeyesen urfayı görmeyesen ile canfeza

Ey delikanlı! Eğer haklı olan sen isen, üzülme. Canın sağ olsun. Şu parçayı dinle:



23 Aralık 2011 Cuma

HOCA-BABA (YILBAŞI)


Hayırlı cumalar Arkadaşlar,
Yılbaşı yaklaşırken etrafta görüğümüz kutlama çılgınlıkları da giderek büyüyor. Ne yazık ki ne dinimizle ne de kültürümüzle alakası olmayan bu günü kutlamak için adeta özel bir çaba sarfediyor pek çok kişi. Hazreti İsa'nın doğum günü olması münasebetiyle Hristiyanlar tarafından kutsal bir gün kabul edilip kutlanan bu günde biz Müslümanlar böylesine heyecanlanırken, kendi Efendimiz'in (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) doğum gününde neden suskun ve sönük kalır, üstüne üstlük kutlayanları gerici ilan ederiz acep?
Yıllar evvel okuduğum ve yazarını bilmediğim bir güzel yazıyı sizlerle paylaşmak istedim. Ama bundan önce, konuyla ilgili iki güzel yazıyı tavsiye etmek istiyorum. Birisi geçen yıl Stockholm Sendromu bloğunda okuduğum ve bilmeyenlere noelin ne olduğunu açıklayan Noel Baba Kadar Başınız Taş Düşsün yazısı.
Diğeri ise kurulalı henüz üç hafta kadar olmuş Kendi Defterim bloğu. Bir Urfalı'nın olan bu blogdaki Yılbaşı Çılgınlığı yazısını okumanızı tavsiye ederim. Genelde film analizleri ve fotoğraflar içeren bu blog diğer paylaşımlarıyla da ilginizi çekecektir diye düşünüyorum.
Bu açıklamalardan sonra sizleri Hoca-Baba yazısı ile başbaşa bırakıyorum. Allah cümlemizi özünden kopmayan salih insanlar etsin. Hepinize sevgilerimle.

Noel Baba ve geyikleri

Kasabanın postacısı üzerinde ‘Noel Baba’ya yazan zarfı merâkla açar. Mektubun sahibi fakir bir yavrucaktır, potin, palto ve uçurtma siparişi vermiş, adeta yalvarmaktadır. Postacının içi burkulur, tutar kendi cebinden potin, palto alır. Bir torbaya koyup çocuğa yollar ama uçurtma talebini “kış günü n’apcak” deyip umursamaz. Ertesi gün bir mektup daha, “Noel Baba sağol, potin ve palto geldi. Yalnız haberin olsun postanedeki .....sizler uçurtmaları çalıyorlar!”
Mevzuya gelelim, Hollandalı göçmenlerin Amerika’ya taşıdıkları Noel Baba efsanesinin Pataralı Nicholaos ile uzaktan yakından ilgisi olmadığını anlatmıştık. Ancak Batılılar, çocukları bu masala inandırabilmek için yırtınır, dev bütçeli filmler çeker, minik beyinleri bombardımana tutarlar. Çocuklar nedeeen sonra hiçbir Ren geyiği türünün uçmadığını hatırlar, işlerine bakarlar. Gerçi zoologların henüz tasnifini yapmadıkları yüzbinlerce canlı vardır ama uçan geyik, ne kuşlara, ne de memelilere uyar.

Fizikçi gözüyle

Dünyada yaklaşık 2 milyar tıfıl olduğunu farzedelim. Noel Baba’nın Müslüman çocuklarına çarpı çektiğini ve sadece Hiristiyan veledlerine servis yaptığını düşünsek dahi karşımıza 400 milyon gibi bir rakam çıkar. Bazı evlerde 2 bazılarında 3 afacan olduğunu varsaysak bile çocuklu evlerin sayısı 200 milyonu aşar. Haydi bunların yarısını “kötü çocuk” parantezine alıp eleyelim, N.Baba, o gece 100 milyon eve uğrayamazsa iş yatar. Halbuki önünde sadece 24 saati vardır ve zaman su gibi akar. N.Baba coğrafya derslerinden kopya çekip geçmediğine göre yeryüzündeki farklı saat dilimlerini gözden kaçırmamalıdır. İşe doğudan başlayıp, ekstradan üç beş saat kazansa bile her saniyeye dokuzyüz küsur eve uğramalıdır. Saniyenin binde birinde iyi çocuğun adresini bulmalı, kızağını park etmeli, çatıya çıkmalı, bacadan aşağı kaymalı, şömine önüne dizilen çorapları doldurmalı, kendisi için bırakılan dolmaları köfteleri yuvarlamalı ve bacadan geri çıkmalıdır. O gece çay ve ihtiyaç molası vermese ve hiçbir gümrük kapısında oyalanmasa dahi (herhalde yeşil pasaportu vardır) 120 milyon km dolanmalıdır. Hane başına 1 kg’dan hesaplasak kızağına 100 bin ton yük bağlamalı ve ses hızının 3 bin katı sürat yapmalıdır. Ama Ren geyikleri tembel yaratıklardır, kırbaçlasanız dahi 15 kilometreyi aşamaz ve tez yorulurlar.

Ekmek arası geyik!

Şimdi saniyede 1040 km hızla giden 100 bin tonluk bir kütlenin husule getireceği sürtünmeyi düşünebiliyor musunuz? Heyula kızak atmosfere giren uzay araçları ve meteorlardan binlerce kez fazla ısınacak, ortaya çıkan bilmemkaç kentrilyon (bunu rakamla yazmak için iki satır sıfır gerekiyor) fahrenayt ısı enerjisi geyikleri çıra gibi yakacaktır. Isı ve geyik çarpanından eşittir kebap gibi bir netice çıkarmak hayacilik olur, değil ekmek arası yapmak, tiridine bile banılmaz. Zira geyikler anında parlar ve sonik bir patlama ile buhar olurlar. Bu arada kasırgalar çıkar, buzullar erir, kıtaları su basar. N.Baba yanmaktan yırtsa bile yerçekiminden milyonlarca kat büyük bir merkezkaç kuvvetinin tesirinde kalacak ve milyarlarca Newtonluk bir basınçla ezilip posta pulu gibi yapışacaktır. Kısacası Baba ve geyikleri herhangi bir Noel gecesi işe çıktılarsa, moleküllerine ayrılmış olmalıdırlar.
Bunlar klasik fiziğin kuralları. Belki quantum ve relative fizik teorileriyle işi yırtabilirler ama ışık hızına varmak kaydıyla...
Evet, Allahü Teala her şeye kaadirdir, ol dediği olur, fizik kuralları kenarda durur. Ancak arabalı “tanrı” ve “tanrıça”lardan günümüze uyarlanan Noel Baba hiçbir semavi dinde yeri olmayan bir “başkaldırı” motifidir, onu pazarlayanlar yalandan medet umarlar.

Hoca’yla Baba

Çocuklar üzerine yazıp çizenler Noel Baba’yı Nasreddin Hoca’yla karşılaştırırlar ve ortaya bir “medeniyetler çatışması” çıkar. Bir kere Noel Baba çocukları beleşçiliğe iter, halbuki Hocamız düdüğü “parayı verene” çaldırır, çalışanla avantacıyı bir tutmaz.
Noel Baba, yeşili sevmez, ormanı korumaz, çam katliamında başrol oynar. Nasreddin Hoca ise bindiği dalı kesenleri uyarmaya bakar.
Noel Baba maddecidir çocukları ıvır zıvırla oyalar. Nasreddin Hoca paraya çevrilmeyecek değerlerin peşindedir, zenginliği mânâda arar.
Noel Baba uçan geyiklerin çektiği kızağı ile çocukları gerçeklikten koparır, Hocamızın elle tutulup gözle görünen bir eşekcağızı vardır, icabında “ters” biner ama “doğruluktan” ayrılmaz.
Hoca karakterlidir, itibar görmediği evde yemeği kürküne yedirir, ağzına lokma koymaz. Noel’i kapıdan kovsanız bacadan girer, bilirsiniz bu tipler bütün hukuk sistemlerinde “haneye tecavüzden” yargılanırlar.
Noel Baba bir günün yıldızıdır, reklâmlarda parlar, Hoca, her günün yıldızıdır, gönüllerde yaşar.
Noel Baba in midir, cin midir bilinmez, hatta “tanrı”lığa kalkar. Hoca hâzâ insandır, “kul” olmaya bakar.
Noel Baba vatansızdır, Avrupa, Amerika arasında turlar, Hoca’nın yeri yurdu bellidir, Sivrihisar'da doğar, Akşehir'de yaşar.
Mr. Noel kapitalist üretim çarklarının emrindedir, dolarına bakar. Nasreddin Hoca göle bile maya çalar, hayallerimizi sıcak tutar.

Bebelere bomba

Çağdaş Noelciler Iraklı ve Filistinli bebeleri sevmez, bacalardan misket bombası atar, bubi tuzağından alana ceset torbasını promosyon olarak sokuştururlar. Hocanın torunları kul hakkından korkar, değil insanları, karıncayı bile incitmekten sakınırlar.
Noelciler gemiler dolusu petrol, kabirler dolusu kan emer yine de doymazlar. Hocanın muhibleri bir kase çorba içtiler mi şükreder, lokma paylaşacak adam ararlar.
Hasılı Noel Baba, “baba”lığını görmediğimiz babalardandır ama Nasreddin Hoca, “hoca”lığını “hakkıyla” yapar.

19 Aralık 2011 Pazartesi

Facebook'un Kullandığı Hayatlar


Uzun süredir facebook gibi sosyal ağların hayatımıza verdiği zararları düşünüyordum ki bugün bir blogda bu konuyla ilgili bir yazı gördüm. Oraya bıraktığım yorumu biraz geliştirerek sayfamda yayınlamak istedim.

Yazıda "mücahid" sandığımız bir beyin facebook hesabının ne büyük saçmalıklarla ve ahlaka mugayir paylaşımlarla dolu olduğundan bahsediliyordu. O beyin kim olduğunu bilmiyorum. Ama artık sosyal medyada bu tarz durumların sıkça tezahür ettiğini biliyorum. Hani meşhur bir laf vardır “ellerinden Kur’an’ı almadıkça Müslümanlar’ı alt edemezsiniz” diye. Biz ne zaman bu hallere geldik, ne ara bu derece yozlaştık diye düşünüyordum ki, sanki bu süreçte subliminal mesajların çok etkili olduğunu müşahede ettim. Biliyorsunuz subliminal mesaj, başka bir objenin içine gömülü olan bir işaret ya da mesajdır ve normal insan algısı limitlerinin altında kalmak, o anda fark edilmemek üzere tasarlanmıştır. Genellikle ahlaki çöküntü/yozlaşma oluşturmak ya da satanizm gibi sapık inançları beyne empoze etmek için kullanılır. Bir resmin ,içine gizlenmiş başka bir resim vardır. Ahlaksız bir görüntü ya da sözcük içermektedir. Gözünüz bunu görmez. Ancak beyniniz algılar. Aynı yöntem ses dosyalarında da kullanılmaktadır. Facebook’un da açılış sayfasında bir subliminal mesaj gizli olduğunu, ve her oturum açarken gözünüz görmese de beyninizin bu mesajı algıladığını biliyor muydunuz? İşte o subliminal mesaj:

http://www.forumselcuk.com/64415/facebookun-ana-sayfasindaki-subliminal-mesaj

Facebook’un sadece eski arkadaşları/eşi/dostu bulmak için oluşturulmuş masum bir sayfa olduğunu düşünmüyorum. Bir dönem ben de kullanmıştım. Üyelere hiç haber vermeden gizlilik ayarlarını kaç kez değiştirdiler. Sürekli takipte olan uyanık bir tipseniz ya da bir arkadaşınız farkedip de sizi uyardı ise, “şanslı” diye tabir edilen gruptansınız demektir. Zira “ayarları değiştirdik” ayağıyla herkesin tüm içeriğini, HERKESİN görmesine açık hale getirdiler kaç kez. Tabi bu dönemde, sayfasında resimlerini paylaşma gafletinde bulunan bir çok insanın resimleri kopyalandı. Sonra da uygunsuz resimlerin kafa kısmına başörtülü kız resimleri monte edildiğini ve kötü içerikli sayfalarda kullanıldığını gördük “bu sayfayı şikayet edin” mesajlarıyla… Mahremiyetimizi kendi ellerimizle yavaş yavaş kaybettiğimizin farkında mıyız? Adam evde pijamasıyla tv izlerken foto çekinmiş, sonra tutmuş bu fotoyu hesabında yayınlamış. Ne alaka yani? O senin ev halin. Niçin paylaşıyorsun böyle bir resmi? Misafirliğe evine gitsek karşımıza pijama ile ev halinde çıkar mı? Hayır. O halde bu bir mahremiyettir. Paylaşılmamalı. Nişanlandım, evlendim, sevgili buldum, hamile kaldım, 28. haftadayım, doğum yaptım, boşandım, vs vs vs…. Niçin hayatının her adımını her ayrıntısını HERKES ile paylaşma gereği hisseder olduk toplumca? Çok sevdiğim bir söz var. “Eskiden kızlar utanınca yüzleri kızarırdı. Şimdi yüzleri kızarınca utanıyorlar”. Ben bu sözü kızlar diye değil de toplum diye düşünüyorum. Yazık ki bu hale geldik. Şanlı bir geçmişimiz var. Ahlaklı edepli bir ceddin torunlarıyız. Dün “adına dans denen, kadınlarla erkeklerin birbirine sarılmak suretiyle icra ettikleri…” diye bir mektup gönderip de gölgesiyle Avrupa’yı titretip dansı yasaklatan Kanuni Sultan Süleyman, bugün PTT (Pijama/Terlik/Televizyon) fotoğraflarımızı facebook’ta paylaştığımızı görse, o neslin devamı olduğumuza inanır mıydı acaba?

Bu konu uzun süredir düşündüğüm ve üzüldüğüm bir konu. Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) bile kendisi için “Allah’ım, Beni bir an bile nefsimle başbaşa bırakma” diye dua etmiş ise, bizler kendimizden korkmalı, bile bile kaygan zeminlere atlamamalıyız. Bence ne yemek tarifi paylaşmak ne tebliğ etmek ne de başka bir amaç için facebook kullanılmamalı. Hamd olsun bloglarımız var. Eğer facebook hesabını tüm içeriğiyle birlikte kalıcı olarak silmek isteyenler varsa, bu işlemi şu linkten yapabilirler:

http://www.facebook.com/help/?faq=224562897555674#Hesab%C4%B1m%C4%B1-nas%C4%B1l-kal%C4%B1c%C4%B1-olarak-silerim?

Bir de twitter var ki, insanlar onu ne için kullanıyorlar anlamış değilim. Bir ara bu twitter ne ola ki diye merak ettim ve bir kaç kişinin twitter hesabını gördüm. Atılan her adım paylaşılmış, abartısız.

-Okuldan çıktım. Şimdi otobüsteyim.

-Eve geldim. Sıcak çay da ne iyi oluyor :)

-Fenerbahçelilere geçmiş olsun. Galatasaraya yenildiler hehe :):)

-Sınav sonuçları açıklanmış. 70 aldım.

-Bu gün alışverişe gittim. Leopar desenli yeni bir kaban aldım kendime.

-Annem yemeğe sulu köfte yapmış.

-Offffff bu hayat neden bu kadar sıkıcı.

-Heyyyyy takipçilerim, neredesiniz? Neden bişey yazmıyorsunuz? Ya yazmayacaksanız neden takipçim oldunuz?

vıdı vıdı vıdı....

Oysa Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) bize israfın haram olduğunu, zaman ve sözün gereksiz kullanılmasının da israf olduğunu öğretmemiş miydi? Güzel dinimizde "Ya hayır söyle ya sus" denmiyor muydu? Malayani lafın insanı Allah'tan uzaklaştıracağı söylenmiyor muydu? Okuldan ya da işten çıkıp eve döndümse, alışverişte bir pabuç bir de kazak aldımsa, akşam yemeğinde bal baklava yedimse, ... bundan kime ne? Bunları yazmak için yazan bir vakit harcıyor; okumak için takipçileri ayrı bir vakit harcıyorlar...

Ben bu yazıyı hâşâ hiç kimseyi kınamak için yazmadım arkadaşlar. Üstünde düşündüğüm, kafa yorduğum bir konuydu bu. Sosyal ağların şahsımıza ve toplumumuza verdiği zararlara dikkat çekebilmek, bir farkındalık oluşturabilmekti amacım. Başarabildiysem ne mutlu.

Cenab-ı Hak cümlemize hidayet versin. Bizleri istikamette sabit kılsın. Hepinize sevgilerimle.

14 Aralık 2011 Çarşamba

Bu Kitap Bana İthaf Edilmiş

Lisede dershaneye giderken sınıf öğretmenim Özlem Gürhan idi. Araştırmacı, farklı, konuşkan, en dinlemeyene bile dersi zevkle dinleten ve en önemlisi de doğal bir öğretmendi. Çok okur ve kendini sürekli geliştirirdi. Benim için hep farklı ve hayatımda çok önemli yer edinmiş bir insandı.

Yaşatmak için yaşamayı seçen fedakarlardandır Özlem Hoca. Dershanedeyken Öğretmenler Günü'nde sınıf arkadaşlarımızla kendisine sürpriz olarak bir çelenk yaptırmış ve üzerine de "Ortadoğu ve Balkanların En İyi Öğretmeni" yazdırmıştık. Özlem Hoca çelenki görünce çok şaşırmış ve gözleri dolmuştu. Cıvıl cıvıl bu insanı daha önce hiç o kadar duygusal görmemiştim. "Düğünümden sonra hiç çelenk almamıştım." demişti bize. Hepimize ayrı ayrı teşekkür etmişti.

Ben mezun olduktan bir yıl sonra Aksaray'a tayin oldu. O dönemde iletişimimiz sekteye uğrasa da izini takip edip kendisini buldum =) Hayatımızda onlarca öğretmen var. Hepsi az çok bişeyler öğretir bize. Hepsine saygı duyarız. Ama bazı insanlar sizin için özeldir. Onlardan çok şey öğrenmişsinizdir. Asla kopmamak istersiniz. İşte Özlem Hoca da benim hayatımın yapı taşlarından biridir.

Biz lisedeyken hiç durmadan Agatha Christie kitapları okurdu. Sonunda kendisi de ilk kitabını "polisiye roman" kategorisinde çıkardı. Bu konuya ilgisi hep vardı. Kitabı alıp büyük bir heyecanla okumaya başladım. Öyle sürükleyiciydi ki elimden bırakamadım. Akşam bir akrabaya yemeğe davetliydik. Oraya gidince mecburen bir ara verdim ve eve dönünce tekrar başlayıp sabaha kadar okudum. Toplamda sekiz saat gibi bir sürede bitti kitap. Kurgu, cümleler, Türkçe'ye ve noktalama işaretlerine olan özen dikkat çekiciydi.

Bu kitabı ben öğretmenimin ilk kitabı diye bir sevinç bir heyecan aldım ama kapağı açınca bir sürprizle karşılaştım. Sevgili Öğretmenim, hayatında yayınlanan bu ilk kitabını ailesine ya da çocuklarına değil, biz öğrencilerine ithaf etmişti. Üstelik gönül titreten cümleler kurmuştu bizim için; "hayatın yorgunluklarında hep onlara tutunduğum öğrencilerim" gibi... Beni okuturken oğlu Naci vardı. Kızı İlayda Sevinç doğmamıştı daha. Özlem Hoca bizi Naci'den ayırt etmezdi. Severdi hakikaten öğrencilerini. İnanır mısınız, hâlâ benimle (ve diğer öğrencileriyle tabi) yakından ilgilenir. Özel hayatımı sorar, düzensizlikleri izale etmek için çabalar, yerine göre annemden çok ilgilenir sağolsun =) Hep söylerim, öğretmenlik bir gönüllülük işi...

Öğretmenimin kitabına buradan ulaşabilirsiniz. Okurken dinlenmek isteyenler, bu sürükleyici romanı kaçırmayın.

Özlem Hoca'nın talebesi olabilmek, gerçekten bir ayrıcalıktı. Dershanedeki diğer öğrencilerin özentiyle baktığı bir durumdu. Bu durumu yaşadığım için gerçekten şükrediyorum. Bana kazandırdıkları için öğretmenime gönül dolusu teşekkür ediyorum. Hep hayatımda olması arzusuyla.

12 Aralık 2011 Pazartesi

"Kenevir mi? O da ne?" {Aşure maceram=) }


Asla hayır diyemediğim iki tatlı; aşure ve hurma. Ve hayatta en sevdiğim aşure, babaannemin aşuresi. Bu yıl ben de aşure pişireyim istedim ve babaannemden tarif aldım. Oldukça zahmetliydi. Nohutların kabukları bile tek tek soyuluyor =) Ama olsun deyip başladım işe.

Aşureyi çok güzel süsleyen arkadaşlarımız var. Mesela üstüne nar, hurma vb pek çok şey koyuyorlar. Görünümü de çok hoş oluyor. Hepsinin ellerine sağlık. Ama bana göre aşurenin üstünde sadece fındık-fıstık-ceviz gibi şeyler ve kenevir olmalıdır. Kenevirsiz bir aşure düşünemiyorum. Bu nedenle markete kenevir ve eksik olan diğer bir kaç malzemeyi almak için gittim. Tereklerde kenevir bulamayınca kuruyemiş reyonuna gidip sordum. Market görevlisi "Kenevir yok. Artık satılmıyor. Onun satışı yasaklandı" dedi. Bir aşure sever olarak o an küçük çaplı bir şok yaşadım. Çünkü bence kenevirsiz aşure aşure değildir. O şokla bir anda market görevlisine "Aşureye ne koyacağız peki?" demişim =)=) Bunu adama nasıl söylediğime gün boyu hem hayret ettim hem de güldüm. Hala da gülüyor ve şaşırıyorum hatırıma geldikçe. Yani adama neyse aşureye ne koyacağımdan. Ve ben bunu kendisine neden söylediysem =) Görevlinin bu sözüm üzerine yüzüme bön bön bakışı görülmeye değerdi :D

Ordan çıkınca aynı marketin yolumuzun üzerindeki bir başka şubesine uğradık. Kıyıda köşede kalan olmuştur umuduyla yine kenevir aradım ve bulamayınca kuruyemiş reyonuna gidip "Kenevir var mı?" diye sordum. Görevli hiç duyulmamış bir şey soruyormuşum gibi "O ne?" dedi şaşkın gözlerle. Konya'da yaşayıp da o yaşa gelmiş biri keneviri nasıl bilmez diye hayret ettim ve "hani aşurenin üstüne konur ya" dedim. Bunun üzerine adam "Haaaaa genevir" dedi :D Hey benim Goca Gonyalı hemşehrim. Kenevir deyince bilemedi de genevir deyince bildi =)=) Seviyorum bu şehrin insanlarını =)

Kenevirden umudumuzu kesmiş bir şekilde kasalara doğru yürüyünce, kasaların dibine kurulmuş tahtadan bir standın üzerinde dev kenevir blokları olduğunu gördü annem. Market görevlilerinin haberi bile yok. Biri yasaklandı diyor diğeri genevir yok diyor =) Annemin o an kenevirleri pardon genevirleri =) görmesi, bana hazine bulmak gibi oldu. Hemen bir büyük paket alıp eve döndük. Bu maceralarımı paylaştıktan sonra babaannemin aşure tarifiyle başbaşa bırakıyorum sizleri:

Malzemeler:

* 1 ölçü nohut
* 1 ölçü fasulye
*2 ölçü yarma buğday
*3 ölçü toz şeker
*3 adet karanfil (istenirse artırılabilir)
* 6-7 adet kuru incir
*12-14 adet Malatya kayısısı
* Göz kararı çekirdeksiz kuru üzüm
*Göz kararı su
*Göz kararı kenevir
*200 gr fıstık (istenirse artırılabilir)

Yapılışı:

Fasulye, nohut ve yarmayı bir gece önceden ayrı kaplara ıslatın. Ertesi gün üçünü de ayrı ayrı haşlayın. Fasulye ve nohutun sularını dökün. Yarmanın suyunu ise aşurede kullanmak için saklayın.

İnciri ve kayısıyı küp küp doğrayarak ayrı ayrı kaplarda ıslatın ve yumuşamaya bırakın. Burada Malatya kayısısı kullanılması elzemmiş. Diğeri çok ekşi kaçarmış aşureye. Babaannem öyle dedi.

Fıstığın kabuklarını ayıklayınca 50 gram kadarını havanda dövün. Kalan kısmını ise aşurenin içine eklemek için saklayın.

Kenevirleri bir kabın içine alıp ıslatın. Bir müddet bekleyince kenevirlerin suyun üstüne çıktığını göreceksiniz. Suyu bulandırmadan yüze çıkanları alın. Elekte güzelce yıkayıp bir tavaya alın ve kavurun. Burada ıslattığınız kabın dibine çöken kumlara ve taşlara hayret edeceksiniz. Keneviri kavururken ağzına mutlaka bir kapak örtün. Çünkü mısır patlatması gibi sıçrayacaktır. Aynen tencerede mısır patlatır gibi ara ara tavayı sallayarak kavurun.

Nohutların kabuklarını ezmeden tek tek soyun. Sonra tenceredeki yarmanın üstüne nohutları ve fasulyeleri ekleyin. Yarmanın suyu az geldi ise göz kararı {babaannemin tabiriyle garerinsıra=)} su ekleyin ve kaynamaya bırakın. Dibi tutmasın diye karıştırın. Yarma buğday nişastasını salacağı için dibi tutabilir. Bu esnada karanfilleri de atın. Malzemeler iyice özleşince yavaş yavaş şekerini eklemeye başlayın. Şekeri döktükçe karıştırmaya devam edin ve tadına bakarak şeker miktarını ayarlayın. Benim aşure başta şerbet gibi olmuştu ama nevalelerini ekleyince şeker oranı normale bindi. Fakat yiyenlerin bazısı şekeri az buldu. Ben 3 ölçü kullandım. Siz isterseniz artırın damak tadınıza göre.

Şekeri ayarladıktan sonra fıstığın 150 gram kadarını tencereye atın. Ardından kuru üzümü atın ve bir iki çevirince ıslattığınız Malatya kayısısını susuz olarak ekleyin. Onu da bir iki kez karıştırınca ocağın altını söndürün ve kuru inciri yine susuz olarak ekleyin. İncirin ocağı söndürdükten sonra eklenmesinin nedeni aşurenin kararmaması içindir. Önceden eklerseniz aşurenin rengi kararır.

Pişen aşureyi kaplara alınca üstünü önce dövülmüş fıstıkla sonra da kenevirle süsleyin. Afiyet olsun.

6 Aralık 2011 Salı

TENCEREDE ÇAYLI KEK


Zamanın su gibi akıp gitmesi kıyamet alametlerindendir denir. Daha dün gibi Ömer Döngeloğlu'ndan ve Mehmet Emin Yıldırım'dan Kerbelâ'yı dinleyişim. Grup Dergâh "Kerbelâ" ve Uğur Işılak "İmam Hüseyin" deyip de yüreklerimizi dağlayalı, Urfa Tutkunu "Fırat Suyu Hoyrat Akar" diyeli neredeyse bir yıl geçmiş. Koca bir sene. O zamandan bu zamana unuttuk mu? Hayır elbette. Ama her Kerbelâ günü daha bir taze oluyor acılar. Bardağın içindeki su size, siz ona bakakalıyorsunuz. Gözümüzün Nuru'nun (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) İki Gözünün Nurundan Biri'si Kerbelâ çölünde toprağa düşmüş o gün. Bir damla suya hasret. Kerbelâ'yı yazmaya ne kalem ne yürek yeter. Bilinen hakikat ise inandığı Hak dava uğruna savaşıp da canından geçenlere yüzyıllar sonra bile "Canım, Ciğerim" dendiği, buna karşılık bir takım hırslarına yenik düşen yezitleri ise kimsenin rahmetle anmadığıdır.

"Kerbelâ çölünde İmam Hüseyin" bir kez daha dağladı yüreklerimizi. Allah'ın rahmeti O'nun, O'nun şefaati bizim üzerimize olsun.

Yüreğimizin yangınını andıktan sonra, Sevgili Özlem'den aldığım tarifi aktarmak istiyorum sizlere. Tencerenin içine su ya da altına kül koyup kek pişirildiğini duydum ama tencerenin direk ateşe konarak kek yapıldığını ilk kez işitiyorum. Denedim ve sonuçtan ailece memnun kaldık. Tarifimi Özlem'in ev sahipliğini yaptığı çay kahve bahane etkinliğine gönderiyorum. İşte tarifimiz:

Malzemeler:

* 2 yumurta
* 1,5 su bardağı şeker (Kesme cam kupa kullandım)
* 1 su bardağı sıvıyağ
* 1 su bardağı çayın demi
* 1\2 çay bardağı su
* 2 yemek kaşığı kakao
* 1 paket kabartma tozu
* 1 paket vanilya
* Biraz ceviz(ben eklemedim)
* Tarçın
* yaklaşık 2,5 ya da 3 su bardağı un

Yapılışı:

Un ve kabartma tozunu eklemeden tüm malzemeler karıştırılır ve bu harçtan 1 su bardağı ayrılır. Sonra un ve kabartma tozu da eklenerek kek hamuru kıvamında hazırlanır. Yağlanmış teflon tencerede kısık ateşte kapağı kapalı olarak pişirilir. Pişerken kapağını sakın açmayın. Fırındaki aynı mantık. Pişince altı söndürülür ve üzerine ayrılmış olan sos gezdirilir. İstenirse Hindistan cevizi serpilir. Sevgili Özlem 15 dakikada pişeceğini yazmış ama ben en küçük gözde ve kahve pişirir gibi en kısık ateşte pişirdim. Bir saat kadar sürdü. İçini çekmiş ve çok güzel pişmişti. Denemek isteyenlere afiyet olsun.

1 Aralık 2011 Perşembe

URFAM'IN HALLARI


Birecik’ ten akar Fırat suları,

Halfeti’ ye bakar viraj yolları,

Suruç’ tadır taze fındık dalları,

Bir başkadır şu Urfam’ ın halları.


Bir yere varırsın kapı çalmadan,

“Açım gardaş” bile deyip almadan,

Buyur derler sana hiç de korkmadan,

Bir başkadır şu Urfam’ ın halları.


Balıklı Göl’ de var farklı bir hava,

Anzılha’ da beyaz balığı ara,

Rızvaniye’ de ne güzeldir salâ,

Bir başkadır şu Urfam’ ın halları.


Gittim Harran’ a gördüm rasathane,

Hazret Harrani’ de gördüm Pervane,

İmam Bakır’ sa zaten bir şahane,

Bir başkadır şu Urfam’ ın halları.


Suları soğuktur derinden akar,

İnsanı sıcaktır yoluna bakar,

Her noktada Hazret Eyyub sabrı var,

Bir başkadır şu Urfam’ ın halları.


Kazaz Pazarı’ nda vardır kumaşlar,

Çarşıları doludur mor eşarplar,

Kınacı Pazarı dolu sarraflar,

Bir başkadır şu Urfam’ ın halları.


Mevlid-i Halil Mağarası yanında,

Dergâh Camisi’ nin tam arkasında,

Şurkav Çarşısı’ nın esnaflarında,

Bir başkadır şu Urfam’ ın halları.


Halfeti’ de gördüm siyahça güller,

Savaşan Köyü’ nü almış hep göller,

İnsanları durmaz seni gönüller,

Bir başkadır şu Urfam’ ın halları.


Birecik’ te var kelaynak kuşları,

Fırat’ ın var güzelce kanyonları,

Harran’ ın tatlıdır acı mırrası,

Bir başkadır şu Urfam’ ın halları.


Urfa Kal’ası Anzılha’ ya bakar,

Sokaklardan İbrahimî’ ler akar,

Eyyub Makamı’ ndan ne hoş su çıkar,

Bir başkadır şu Urfam’ ın halları.


Ben ne diyem neresini anlatam,

Her yanı bir başka hoş başkaca tam,

Biye gösterdiler büyük ihtimam,

Bir başkadır şu Urfam’ ın halları.


Daha yazsam bu şiir uzun sürer,

Urfam’ın hoşluğu sayfalar sürer,

Anlatsam bitmez belki kalem biter,

Bir başkadır şu Urfam’ ın halları,

Her vatandaş mutlak varıp görmeli.


04.09.07 / HARRAN-ŞANLIURFA YOLU / 17.57

28 Kasım 2011 Pazartesi

sustu(ruldu)m




"Duyuyor musun anne? Yalnızım, çok yalnızım..." demişti şair. Derdini annesine yanıyordu ya, belki de bunca zaman yalnız kalışının tek suçlusu annesi idi.

Annesi aynı evin içinde susan bir silüetti sadece. Yanındaydı, ama değildi. Burdaydı, ama susuyordu mütemadiyen. Sorulan soruların, atılan lafların havada asılı kalması insanı nasıl da yaralıyordu oysa. Kendi anlatmak istediklerini anlatan, kendi istediği zaman konuşan, dinlemeyi bilmeyen bir anne idi işte onun annesi. Düşündü şair. Kimileri neler vermiyordu ki anne olmak için... Kimileri ise elindeki hazinenin farkında değildi. Şairin gönlünde kopan fırtınalardan bîhaber, üstüne üstlük onun yaralarını daha da kanatacak kantarsız bir dile sahipti annesi. "Sus" derdi bazen şair. Diliyle değil, gözleriyle "sus" derdi. Ömrü boyunca çok zaman susmayı seçen annesi, nedense o anlarda inadına devam ederdi konuşmasına, ağzına yayılan bir gülümsemeyle... Anlayamazdı puslarla dolu şair gönlü. Anlayamazdı bu nice bir hâldir. Ne desindi ama? Anne anneydi işte sonuçta, anne anneydi...

Söyleyemediği, diline kelepçe vurduğu her sözü gönlünden dökerdi o vakitlerde şair. Okumasını bilen çıkmamıştı şimdiye kadar ya, olsun. Annesine sadece "Biliyorum" dedi. "Ne yaparsam yapayım, ne dersem deyim anlamayacaksın beni." Susmayı seçmişti o yüzden. Ve son sözleri döküldü dudaklarından, hani o çok sevdiği şiirde geçen söz:

"İçimde ölen biri var"...

28 Kasım 2011 / KONYA / 17.55

Not: Resim internetten alınmıştır.



24 Kasım 2011 Perşembe

BAZEN


_Bazen düşünüyor insan, her şey neden daha farklı olmuyor sanki diye.
_İmtihan.

_Bazen düşünüyor insan temiz niyetler niçin temiz karşılıklar bulmuyor diye.
_Bulur elbet, biraz zaman.

_Bazen düşünüyor insan varlı vakitsiz aklına geliyor mudur ki diye.
_Sanmam. Hak eden hakkının yanında olurdu. Hak etmeyen başka limanlara çoktan yelken açmıştır bile.

_Bazen düşünüyor insan neden her şey bu kadar zor görünüyor diye.
_İşte buna vereceğim bir tek cevap var. Ama o tek kelimenin içi ummanlar kadar engindir. Cevap SENsin SEN!

-Sana "çok sevme" dedim, sevdin.
-Sana "hak ettiğinden fazla değer verme" dedim, verdin.
-Sana "doğarken verilmemiş olan sonradan senin olmaz" dedim, inadına elde etmeye çalıştın.
-Sana "hayır demesini bileceksin" dedim, bilmedin.
-Sana "üzüleceksen bir tek Allah'a iyi kul olamadığına üzül" dedim, varı yoğu kafana taktın.

Hayat zor değil gözüm. Bak kendi sorunda bile "neden bu kadar zor görünüyor?" diyorsun. "Neden bu kadar zor" demiyorsun. Hayat; İrade-i Külliye'nin senin için biçtiklerini yaşarken, irade-i cüziyen ile yaşadıklarına yön vermendir. Sen seçersin umudu ya da umutsuzluğu. Sen istersin mutlu ya da mutsuz olmayı.

Kalpazan matbaalardan gerçek hayatlar çıkmaz, bil bunu. Unutma, bu toprak sadece üstünden ibaret değil. Üstü bir gölgelenme kadar kısa ve altı sonsuzluk kadar uzunsa eğer, geçici bir gölgelenme ânı için yelpazeye verme haddinden fazla değer. Allah doğruların yardımcısıdır her daim. Elinde hiç bir şeyin olmasa, bir tek sermayen olsa; dünyanın en zengini sensin. Karun'un hazinelerini sana verseler, ama o bir tek sermayeden yoksun olsan; sana fakir demek bile az kalır. O sermayenin adı İMANdır gözüm. Riyakâr değil, hakiki bir iman. Yalancı değil "dünyaya meydan okuyabilecek" bir iman. Hakiki Dost'a tam sarılabildiğin vakit, bil ki ne yalnızsın ne de mahzun. Dimdik dur. Bir başkası istedi diye değil, O (Celle CelaluHu) istedi diye yap yapacaklarını. Başkalarını değil, yalnız O'nu memnun etmeye odakla aklını-gönlünü.

Denîliklerin adına medenîlik denir olmuş bu gün. Varsın sana medeni değil desinler. Sahte gülüşlerde medeni olacağına, sağlam duruşlarla yobaz olman evlâdır. Tanımlar Asıl Sahibi'nde saklı değil midir zaten? Üç beş yüz yıla kalmadan kemikleri çürüyüp gidecek olanlar sana yobaz dese ne çıkar? Sırtını Ezelî ve Ebedî Olan'a dayadınsa, gerisini boşver gitsin.

Kararsız kaldınsa gönlüne danış. Yapmak istemediğin şeyleri yapmaya zorladıklarında bir düşün bakalım. Kâinatın Sebeb-i Vücudu hangi tavırdan hoşnut ve hangi tavırdan mahzun olur? Sen O'nun (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) hoşnut olacağı tavrı seç ve uygula. Asla pişman olmazsın. Ötesini ne düşün ne de o fikre takıl.

Kalpazan matbaalarda doğruyu basmak, basınç ayarlaması yapmadan uzaya gitmek gibidir. Sen o matbaaların sahiplerinin yaptığı gibi sahte çekiciliklere aldanacağına, kanının damarlarına hızla basınç uygulamasını göze alarak çamurların içindeki yakut misali ışıldamayı seç.

Unutma; "Allah var, keder yok!"

24.11.2011 / KONYA / 10.45

21 Kasım 2011 Pazartesi

İyi Ki Varsın


Canım Urfam,

Hasretin her daim içimde. 12 Ekim 2009 akşamı vedalaşmam nasıl da uzun sürmüştü seninle. İçimden bir ses "öbür seneye gelemeyeceksin" diyordu. Gelemedim de biliyorsun, rahatsızlandım. Bu yıl ise he yo derken kaçıp gitti zamanın. 771 gün geçti sana gelemeyeli. Ömrümün koskoca 771 günü... Söylemesi dile kolaysa da çekmesi gönle pek bir zor. "Ben yanında olmayanda ne ediysen?" deyisense eğer, bil ki bocalıyorum. Ekranımda senin resmin, masamdaki saksının üstüne monte edilmiş senin resmin, defterimde senin ismin, tenceremde senin yemeğin, her yerde hep sen sen sen. Ama ben yanında yamacında değilim işte.

Özlüyorum seni. Bocalıyorum yokluğunda. Başka bir ben oluyorum adeta zaman zaman. Hiç yapmayacağım şeyleri yapıyorum. Olmayacağı en başta belli işler için çaba sarfediyorum "ya tutarsa" misali. Sonra olmadığını görüyorum. Sonra buna rağmen yine emek harcıyor yine çaba sarfediyorum. Yanımızda yaşamış, toprağımıza gömülmüş, memleketlimiz olmuş Nasreddin Hocamız'ın gayretinden midir diye düşünüyorum bu çabam; ama yok, değil. O'nun göle maya çalması ne kadar mantıklı ise benim olmayacak işlere çaba sarfetmem bir o kadar mantıksız. Sonunda ne mi oluyor Urfam? Bile bile tüketiyorum beni. Göz göre göre kanırtıyorum yaralarımı. Keskin bir kararla kırıp atıyorum her hatayı. Kanserleşmiş düşünceleri-hisleri-her ne varsa işte hepsini kopartıp atıyorum kör bir bıçakla. Acıtmadı mı dersen acıtıyor elbet. Ama yarayı kesmek değil acıtan. Benden başka bir ben olmaya zorlamak kendimi. Sonra doruğa çıkıyor ağrılar. Morfinsiz gecelerin sabahlarında acıdan insanlıktan çıkıyorum adeta. Duyguların doruk noktasında beni uyaran ve titre diyen yine o oluyor. Bu defa nasıl da kızgın, hiç olmadığı kadar. Bu defa nasıl da umutsuz, onu hiç görmediğim kadar. İçim nasıl acıyor Urfam bir bilsen. Benden başka bir ben değilim ben. Neden zorladım ki kendimi sanki öyle olmaya? Neden incittim onu da kendimi de? Ani bir karar verip 20 Kasım 2011'i miladım seçiyorum. "Tamamdır, bitti o hüzün. Seni kaybedeceğime söker atarım bu saçmalığı içimden." diyorum. Bekliyor. Göreceği gün olacak mı bilemiyor. O derece sarsılmış. O derece kararsız. Ben diri tutmaya çalışıyorum, unutmamaya çalışıyorum göreceği günü. Başka her ne varsa, unutmak için duada ellerim. Sığınıyorum Kudret'ine. Şükrediyorum sonra, iyi ki biliyorum Kime Sığınacağımı diye.

İçimin sağ ve sol yanı konuşmaya devam ediyor Urfam. Bir tarafım nasıl da ümit kesmiş benden. "Söylüyorsun ama inanamıyorum nedense bunu yapacağına" diyor. Diğer yanım alabildiğine kararlı, sağlam, aktif ve biraz da ürkek. "Göreceksin" diyor. "Bekle. Emin ol göreceksin." Bekliyoruz ikimiz de. "Su akıp yatağını bulacak" elbet diyor ve bekliyoruz.

Bir o gün, bir de sen Urfam. Bir de sensin beklediğim...İyi ki varsın. İyi ki içimdesin. Bundandır belki de oraya başka kimsenin sığamayışı, kim bilir...

Not: Resim internetten alınmıştır.

GÜZEL HABERLER


"Duanız olmasa ne ehemmiyetiniz var?" demiş ya Yüce Rabb'imiz, duanın gücünü gördükçe bu Âyet'i daha iyi idrak ediyor insan. Minik Harunumuz hamd olsun yoğun bakımdan normal odaya çıktı. Bunda siz blog arkadaşlarımızın büyük payı olduğuna eminim. Hepinize teşekkür ediyorum. Şimdi eve çıkacağı günü bekliyoruz heyecanla. Bu nedenle duaya devam edelim inşaAllah =)

*Fotoğraf internetten alınmıştır.

17 Kasım 2011 Perşembe

BEDİRCAN


Yeşil Tepe Köyü’ nün yağız delikanlısı,
Adına “Bedir” derler, anasının nazlısı,
Daha yüzünde yokken bir bıyık çıkıntısı,
Köyüne veda etti, rıza için Bedircan.

Henüz on yaşındaydı bu yola girdiğinde,
Yeşil’ inden ayrılıp dergâha vardığında,
İlim irfan için dost gönlüne erdiğinde,
“Öğrenci” olmadı hiç, “talebe”dir Bedircan.

Önünde duruyorken Urfam’nın Balıkları,
Hani HalilRahman’ın en yakın tanıkları,
Öğrenir ilimleri, Rızvan’ın konukları,
Yüreği Hakk’a yangın, Urfalı can Bedircan.

Günler geçip gidiyor, küçük konuk büyüyor,
İlim denizlerinde koşar adım yürüyor,
Bilgi derinleştikçe bağnazlıklar çürüyor,
Allah'a gerçek nefer oldu bizim Bedircan.

Bir hayırlı kız düştü yüreğine sıladan,
Olur bu iş eğer ki “Ol” dediyse Yaradan,
Aileler uyuştu, gelin gelir Urfa’dan,
Daim mutlu olsunlar Reyyan ile Bedircan.

Hak ne verdiyse eğer rıza gösteren kullar,
Bir gün mutlak erecek, mutluluğa tüm yollar,
Çıkarıp karaları giyer sevinçle allar,
Örnek soranlar varsa yeter şu kul Bedircan!

18.01.08 / KONYA / 10.56

15 Kasım 2011 Salı

GUZUM YOĞUN BAKIMDA (Hilal'in El Emeği Hakkında)

Biliyorsunuz Hilal Timur (Hilal'in El Emeği) benim ablam. Hamza adlı üç yaşında bir yeğenim vardı. Dün gece ise Hamzamız'ın kardeşi Harunumuz doğdu. Doğumuna 25 gün vardı daha. Erken geldi, takdir. Doğarken tükürüğünü yuttuğu için nefes alamamış ve dolayısıyla yoğun bakıma küveze koyulmuştu. Çok hızlı nefes alıp veriyordu. Sonra nefesi normale binmeye başladı hamd olsun. Ama bu defa da kanında yüksek oranda iltihap tespit edildi. Maksimum seviyesinin 6 olması gerekirken 64 çıktı oğlumuzda. Kültür örneği alıp tahlile gönderdiler. Dün akşam doktoru açıklama yaptı. Kültür sonuçları en erken iki güne kadar çıkarmış. O zamana kadar bebek yoğun bakımda küvezde kalacakmış. Antibiyotik tedavisine başlanacakmış. Kültür sonuçları temiz çıkarsa taburcu, iltihaplı çıkarsa tedaviye devam edilecekmiş. Yoğun bakımda 14-15 güne kadar kalması gerekebilirmiş. Allah (cc) taze yavrumuza hayırlı acil şifalar ihsan etsin. Hepinizden de dualarınızı istirham ediyorum. şükür bu gün durumu daha iyi. Hilal ablam da iyi. Merak edenler soranlar için paylaşayım istedim.

Hazreti Musa, Allah'ın Peygamberi. Hazreti Harun, ağabeyi Musa'nın sağ kolu, yardımcısı. Harun'un anlamı "üç yıl sonra doğan erkek kardeş". Hamzamız, 20 Kasım 2008. Harunumuz, 14 Kasım 2011. "Üç yıl sonra doğan erkek kardeş" sizlerden dua bekliyor. Hepinize sevgilerimle.

Teyzesi

11 Kasım 2011 Cuma

ölüyorum


Aşkı bilmeyen aşıkın hâlinden ne anlasın a gözüm? Hiç tatmayanlar aşkı, deli derler aşık olana. Sen ki kavuşamayınca yanar yanar kavrulursun. Tandıra yapışmış ekmek gibi imil imil pişer, iç çekersin yavaştan. İki gözünün nurundan biri gelse o vakit, "üstünde sevdiğimin kokusu vardır" diye koşup gidesin gelir yanına. Bir duvarı seversin, bir çakıl taşını ya da mor oyalı bir yazmayı... Sevdiğimdedir, sevdiğimdendir der, basarsın bağrına. Alay ederler gözüm. Yanmayı bilmeyenin aşktan anladığıdır alay.

Orada, her zamanki yerinde duruyordur da sevdiğin; bir türlü aşıp gidemezsin engelleri, bir türlü varamazsın sürme gözlüne. Zaman akar yavaş yavaş. Özlem büyür kudurmuş bir kuş misali. Duvarlardan duvarlara atılasın, mor zincirlere bağlanıp savrulasın gelir. Sen ölürsün yavaş yavaş. Kimse görmez, göremez. Görenler bilemez, anlayamaz. Öğütülmektedir ruhun dirhem dirhem. Ne bir tek kelâm çıkar o dem bu femden ne ufak bir ışıltı yanar erik gözlerinde. Her şey sona yaklaşır ve sondaki başa kalmıştır bütün kavuşmalar.

Belirsizlik kül eder cancağızını. Yalnızlıktan şikayet etsen de, ölümsüz bir bağla bağlısındır ona. Bir an kurtulmak istersin dünyanın bütün yalnızlıklarından, kim kimse bulamazsın etrafında. Sonra bir vakit yalnız kalmak istersin, bırakmazlar. Bu cihan zıtlıklarla mı vücud bulmuştur diye hayıflanırsın.

Gözünün içine duru papatyalar gibi bakarsın da anlamaz. Mavi bir taşın sonsuz ışınlarına yüklersin kefene sarılmış gelini. Sen beklersin. O da bir yerlerde beklemektedir. Bir türlü buluşamazsın. Dünya gözü değmemiş baharlara kalır yasemin kokulu saf kavuşmalar. Ne olacak hâlim der, bir zaman sonra onu demekten dahi vazgeçersin. Dilinde takatin mi bitmiştir? Hayır. Gönlünde coşkusu sönenin dili ne yana dönse de boştur. Ne bir tek ses çıkar ondan ne bir tatlı söz.

Bilmek istersin sadece. Duvarlar ardındakileri değil. Kapalı kapılar arkasında ne olduğunu değil. Hiç bir yere sığamayıp da bir kulun gönlüne sığan Yüce Rabb'in var ya, işte O'nun sığdığı bir gönülde neler olup bittiğini. Samimiyeti, dürüstlüğü, saflığı, duru olmayı ve katalizör bekleyen bir kalbin ne kadar başarılı olabileceğini. Ahh bir bilebilsen, belki de tüm bu eziyet sona erecektir.

Aynalar her zaman doğruyu mu yansıtır gözüm? Her baktığında gördüğün sen, sen midir sahiden? Araya zaman girmiş. Zaman değiştirir mi bazı şeyleri? Zaman değiştirir mi seni? Gerçekten inanarak diyebilir misin "bence sence de bence" diye? Bir desen duracaktır tüm saatler. Bitmeyen bir zamana atacaksın adımını o vakit. Sonsuzluk ufkunda süzülen bir hiç olacaksın. Fırat kadar hoyrat, Şeyh Şamil kadar dik, Hazreti Osman kadar utangaç, Ebu Hureyre gibi sevgi dolu ve Ağrı Dağı gibi sapasağlam...

Hiçlikte yitilmez, unutmayasın. Dile düşmemiş bir Mecnunluğun adıdır hiç olmak. Mecnundan daha da fazla kavrulursun ya, ilan edemezsin onun gibi. Çöllere düşemezsin. Haykıramazsın ağız dolusu. Hepi topu hiçsindir işte. Hiç...

Sona varmak için başlangıçta beklenmez.
Hiç olacaksan öl önce.
Öl ki dile gelsin kırık dökük bu günce...

11.11.11 / KONYA / 12.25

10 Kasım 2011 Perşembe

2. ULUSLARARASI HELÂL VE SAĞLIKLI ÜRÜNLER FUARI'NDAYDIM


13-16 Ekim 2011 tarihlerinde CNR Ekspo fuar merkezinde bulunan 2. Uluslararası Helâl Ve Sağlıklı Ürünler Fuarı'na 15 Ekim cumartesi günü ziyaretçi olarak katıldım. Konya'dan bir otobüs dolusu Gıda ve Ziraat Mühendisleri ekibi olarak ziyarete gidiliyordu. Geziyi tertipleyen arkadaş benim de bu konuya ilgim olduğunu bildiği için bir tane de Makina Mühendisi ekleniverdi otobüse =)

İlk defa bir helâl gıda fuarını ziyaret ettim ve biraz şaşırdım doğrusu. Ben markalardan ziyade maddeleri tanıyacağımız bir fuar bekliyordum. Oysa "helal gıda üretiyorum" diyen fuara katılmıştı. Fazla büyük olmayan tek bir salondu ve katılım bence azdı. Bu konuda daha bilinçli olur ve helalde ısrarcı tüketiciler olursak firmalar da bu yöndeki çalışmalarına hız verir diye düşünüyorum.

Helal gıdanın haricinde bilhassa Endonezya'dan gelen kıyafetler ve çeşitli eşyalar da vardı fuarda.

Fuarda en çok dikkatimi çeken iki stand Gimdes ve Afia Gıda oldu. Afia Gıda'yı internet sitesinden zaten takip ediyorum ama orada tüm ürünlerini birden görünce bu kadar kısa zamanda bunca çeşit çıkarmalarını gerçekten takdir ettim. Helal gıda üretim ve tüketimi için özveri ile çalıştıkları her hallerinden nasıl da belli oluyordu.

Gimdes standında verdiği bilgilerin haricinde Konya ekibi olarak bizlere küçük bir seminer düzenledi. Gimdes Başkanı da sonradan bu seminere iştirak etti ve sorularımızı yanıtladı. Gerek bu seminerde gerekse standlarda öğrendiğim bazı bilgileri sizlerle paylaşmak istiyorum:

*Gimdes'in web sitesinde, markalara verdiği helal sertifikalarının hangi ürünlerde ve hangi tarihten itibaren olduğu yazıyormuş. Bu uygulamaya geçmişler ve tarihleri takip etmemizi bilhassa tembih ettiler. "Eğer başvuruda bulunan firma sertifikayı bugün aldıysa, raflarda şu an satışta olan bu günden önce üretilmiş ve denetlenmemiş ürünleri bizim garantimiz altında değildir" dediler.

*X firması helal sertifikası aldığında, yine web sitesinden bu sertifikanın hangi ürüne verildiğini takip etmek gerekiyormuş. Örneğin X firması tavuk, işlenmiş tavuk, bisküvi, salam, sosis, vb... bir çok ürün üretiyor. Sertifikanın altında misalen "parçalı ve tüm tavuk" yazıyorsa, X firmasının sadece o ürünleri helal sertifikalı anlamına geliyormuş. Diğerleri için ya başvurusu yok ya da denetimleri geçememiş.

*Bir mezhebe göre helal kabul edilip başka mezhebe göre sakıncalı olan ürünler olabildiği için her sertifikanın altına dört Hak mezhebin isimlerini yazıp küçük kutucuklar açmışlar. Hangi kutucuk işaretli ise ona göre helal anlamını taşıyormuş.

*Helal Tavuk Etine Dikkat başlıklı Erpiliç firma gezisi yazımda tavuk yemlerinde hayvan kemiği tozu kullanıldığını yazmıştım. Sebebini sorup merak eden sizler için öğrenip not ettim. Aslında bildiğimiz bir sebebi varmış. Tavuğun etçil bir yönü de vardır. Mesela tavuk kurbağa da yer akrep de yer. Ya da civcivken kendi cinsinden bir başka hayvanın arka tarafından yemeye başlar ve hayvanı yer. Ki bunu bizzat tecrübe ettim. İlkokulda iki civciv almıştım. Cadaloz olanı saf olanını yemişti gerçekten. İşte bu sebepten tavukta hayvansal yağ ve kemik yem olarak kullanılıyormuş ve çabucak kilo aldırıyormuş. Fakat mesela danalar böyle değildir. Onlar sadece ot yemeye programlanarak yaratılmış hayvanlar olduklarından, danaya hayvansal yem yedirirseniz farklı hastalıklar baş gösterir. Bir zaman pürtleyen deli dana hastalığının asıl sebebinin de bu olduğu açıklanmıştı, hatırlarsanız. Yani özetle hilkate karşı çıkmamak gerekiyor.

*Tavuk kesiminde hayvana verilen voltajın sadece bayılmayı sağlayacak seviyede olması gerekmektedir. Bu tedbir otomasyon sistemli kesimhanelerde hayvanın zincirden çıkmaması içindir. Düşük voltaj verilen bir tavuk zincirden alınıp yere bırakılırsa 60 ile 90 saniye arasında ayılır. Bilinci yerine gelir. Oysa ölüm gerçekleşmişse tavuk ayılamaz. Yüksek voltaj verildiğinde kalp durduğundan dolayı kan pompalanması da durur ve her tavukta bulunan 200 gr kan vucutta donar. Hayvanı kestiğinizde de dışarı çıkmaz. Sadece kesilmekten kaynaklanan az bir kan sızar boyundan. Oysa öldürmeden bayan voltaj kullanan firmaların kestiği tavuğun altına bardak tutarsanız, akan kanla bardak dolar. Bir kesimhanenin günde ortalama 350.000 adet tavuk kestiğini düşünürsek, sadece bir günde bir kesimhaneden 35 ton kan çıkmakta. Helale harama dikkat etmeyen bir firma için 35 ton küçümsenmeyecek bir rakam ve kiloya ekleyip kâr olarak görmeleri mümkün ne yazık ki.

* Kan çok hızlı bir bakteri üreticisidir. Kanı akıtmayan firmalar bu çabuk bozulmayı engellemek için tavuğun yıkama suyuna yüksek oranda klor eklerler. O zaman tavuk bembeyaz görünür ve bu zararlıdır. Tavuğun gerçek rengi kehribar sarısıdır. Mor ve kırmızı görünüyorsa da tavuğun kanı akmamış ve kılcal damarlarda kalmış demektir.

*Tavuk dezenfeksiyonunda bazı firmalar gaz haldeki klor di oksit kullanırken, bazıları sıvı haldeki kloru tercih ediyorlar. Klor ozonun seyreltilmiş halidir ve kanserojendir. Klor di oksit ise işini bitirdikten sonra ortamı terketmektedir ve çok maliyetli olduğu için pek çok firma tarafından tercih edilmez. Klorlu bir şebeke suyundan bir ay boyunca içeceğimiz sudan alacağımız klor miktarı ile, iki adet tavuk yesek alacağımız klor miktarı aynı imiş. Ne korkunç bir rakam! Burada klor di oksit kullanan firmaları araştırmalı ve onların ürünlerini tercih etmeliyiz. Yukarıda bahsettiğim yazımda Erpiliç firmasının gaz klor kullandığını ifade etmiştim. Tekrar belirteyim burada da.

* Cochineal adlı böceğin ezilmesi (preslenmesi) sonucu elde edilen karmin ya da E124 maddesinin kırmızı ve pembe renkli ürünlerde çokça kullanıldığını bilmeyenimiz kalmamıştır artık. Bilhassa kola, meyveli yoğurtlar, dondurmalar, sakızlar, bisküviler, salam-sosis-sucuk grubu gibi ürünlerde kullanılıyor karmin. Bazı firmalar buna alternatif olarak kırmızı pancar kullanıyorlar. Türkiye'de çok güvenilir olarak bilinen gıda devi bir markanın dondurmasında karmin, Yahudi firması olarak bilinen bir markanın ise aynı tür dondurmasında pancar kırmızısı kullanması ne kadar ilginç değil mi!!! Araştırmalıyız arkadaşlar. Yıllardır uyutulduğumuz gibi "Bu firma güvenilirdir" deyip atlamayalım ürünlere. İşte helal gıda fuarında karmin konusunda da ilginç bilgiler öğrendim. Birincisi, Gıda Mühendisi bir arkadaşım kantin kurarken "satılacak ürünlerden vebale girmeyeyim" dediği için kendisiyle iki koldan günlerce araştırma yapmıştık karmin hakkında. Bazı fetva otoriteleri "kesinlikle haramdır" derken bazıları da "kimyasal işlem gördüğü için helalleşmiştir" dediler. Karar veremediğinde gönlüne danış denmiş ya, benim gönlüm hiç kanaat etmedi bu kimyasal işlem olayına. Yani böcek böcektir kan da kandır işte. Iyyyyy ezilmiş böcek yenir mi ya Hu! Seminerde bunu Gimdes'e özellikle sorduk. Kesinlikle uygun değildir yenilmesi dediler. Zaten benim gönlüm de bu yönde kanaat etmişti. Erpiliç standında ise şunu öğrendik. Erpiliç salam gibi ürünlerine kırmızı renk maddesi olarak karmin kullanmamak için bir araştırma yapmış ve pancar kırmızısı kullanıyorlarmış. Fakat bu renk olayından tamamen kurtulmak için argeleri yeni bir çalışma yapıyormuş. Kim bilir önümüzdeki günlerde nasipse görürüz beyaz serilerini.

*Türkiye'de sucuğa helal sertifikası almış sadece iki firma olduğu vurgulandı fuarda. Afia Gıda Sucuk ve Şifa Sucuk. Fuarı gezerken Şifa sucuğun standında görevlisi tattırmak için sucukları dilimliyordu. Hakikaten de evde yaptığımız sucuklar gibi bir ucu ezik ve tam yuvarlak olmayan halkalar çıkıyordu dilimlere. Buradaki iki ifadesi sanırım Gimdes içindi. Çünkü şimdi reklamlarda Aytaç Sucuk çıkıyor TSE'den helal sertifikalı diye. Bu arada bu fuarda helal sertifikası veren TSE'nin yer almayışını çok manidar bulduğumu da söylemeden geçemeyeceğim.

*Tavuk gribinden sonra satılan ve reklamlarda güvenilir diye övüle övüle tavana çıkarılan bir tavuk firması vardı. O bölgede yaşayan bir akrabamızdan daha o zamanlarda dinlemiştik hikayeyi, tavuk gribinin bu ve bunun gibi bir iki firmayı batırıp sattırmak için çıkarıldığını ve bir beyin savaşı olduğunu. Ki zamanla bu iyice ortaya çıktı zaten. Neden o dönemde tavuk firmalarımızın bazıları el değiştirdi dersiniz!! İşte bu helal gıda fuarı gezimizde, bahsettiğim bu firmanın; İsrail'in Türkiye'deki denek firması olduğunu öğrendim. Özetle diyeceğim, aldığımız her üründe yerli firmaları ve yerlilerin içinde de güvenilir olanları tercih etmeliyiz. Menşeini araştırmalıyız kimindir bu firma diye. Nerelere bulaşmış bu helal olmayan ve sağlıksız gıda üreticileri bir bilseniz... Araştırdıkça büyüyor bu deprem. Araştıralım arkadaşlar. Lütfen araştıralım.

Kendimizi, neslimizi ve geleceğimizi helâl ve sağlıklı ürünlerle besleyebilmek duasıyla. Hepinize sevgilerimle.

3 Kasım 2011 Perşembe

YA DEVLET BAŞA, YA KUZGUN LEŞE


Bu atasözünü oldum olası çok sevmişimdir. Daha önce burada ve burada Samsung'la ilgili yaşadığım sıkıntılardan bahsetmiştim. Cep telefonum bozuk çıkınca bir servise gönderdim ve onarım görüp geldi. Ama sıkıntısı hâlâ gitmemişti. Bu yüzden başka bir servise daha gönderdim. Oradan da 30 iş gününü geçmesine rağmen geri gelmedi. Yurt dışından parça bekliyorlarmış. Daha da uzayacakmış. Ben de bu durumda Tüketici Hakem Heyeti'ne başvurup ödediğim parayı geri almak istedim. Eğer bir ürün servisten 30 iş günü içinde dönmezse ya para iadesi ya da ürün değişimi isteme hakkımız var kanunlara göre. Ben artık Samsung markasını görmek istemediğim için para iadesi istedim. Başvuru sayısı fazla ve yazışmalar da çok olduğundan süreç biraz uzun sürüyor. Yaklaşık dört ay sonra neticelendi benim başvurum. Para iadem gerçekleşip yasal süreç bitti. Bu nedenle sizlere bir örnek olması açısından bu durumu paylaşmak istedim. Böyle bir durumla karşılaşırsanız ya adliyelerde bulunan Tüketici Mahkemeleri'ne baş vurup dava açmanız ya da her kaymakamlıkta bulunan Tüketici Hakem Heyetleri'ne başvurmanız gerekir. Ben Tüketici Hakem Heyeti' ne başvurdum ve sonucu aldım çok şükür. Bu iade için gerek telefonu aldığım internet sitesi gerekse servise gönderdiğim Samsung bayisi ile çok uğraşmak zorunda kaldım. En güzeli ben çekileyim aradan, hakkımı devlet korusun dedim. Ve Allah'ın izni ile hakkımı aldım gecikmiş de olsa. İyi ki devletimiz var. İyi ki dünyadaki diğer bazı milletler gibi (Mısır, Irak, Libya, Suriye, vs...) değiliz. Böyle basit gibi görünen olaylarda bile hakkımızı savunan bir devlet olması çok güzel. Hepinize sevgilerimle.

26 Ekim 2011 Çarşamba

Biz Hangi Peygamber'in Ümmetiyiz?!!

Bir kaç gündür yazmak istiyor ama ruhumda derman bulamıyordum. Henüz bir önceki yazımda bahsettiğim yaralar iyileşmeden, Van depremi ile yeni yaralar açıldı yüreklerimizde. Allah başka acılar yaşatmasın. Elimiz böğrümüzde kaldı adeta. Deprem Allah'tan gelen bir afet. Sabretmekten başka ne gelir elden? Fakat bu sabrı yüzyıllardır her vakitte olduğu gibi yine bir bütün olarak, yine bir millet olarak göstermeliyiz.

Depremin ertesi akşamı bir oturmadaydık. "Bayramımız kara geldi. Önce şehit haberleri, şimdi de deprem. Allah başka acı vermesin." demem üzerine orada bulunanlardan bir tanesi "Deprem Van'da olduğu için benim ilgimi çekmedi, üzülmedim" demez mi! Ya televizyondaki bir spikerin cümlesine "Her ne kadar deprem Van'da da olsa..." diye başlamasına ne demeli? Ne demek bu!! İnternet ortamında yazılıp çizilenler ise işin tuzu biberi oldu. Deprem pazar günü yaşandı. Pazartesi günü sosyal medyada bir bayan bana ulaştı ve bir yarışmaya katıldığını söyleyip kazanması için kendisine oy vermemi istedi. Bir salça yarışması! O'na direkt "haberleri izliyor musunuz?" diye sordum. "Evet de neden?" dedi. "Bir yanda şehitlerimiz, bir yanda deprem. Bu kadar acı yaşanırken yarışmalara biraz ara vermeniz gerekmez mi" dediğimde verdiği cevabı aynen kopyalıyorum size: "şehitlerimizin kanını rabbim yerde bırakmadı". Bu ne çirkin ne densiz ne haddini bilmez bir söylemdir böyle!!! Bizler hangi Peygamber'in ümmetleriyiz arkadaşlar? Ne zaman dini diyaneti bir köşeye bırakıp da hâşâ Allah Rasulü'nün dediğinden daha doğrusunu(!) bilir olduk? Görgülü kuşlar gördüğünü işleyecek değil miydi? Bize ne oluyor ki aynı bayrağın altında aynı nüfus cüzdanlarıyla BİR MİLLET olarak yaşadığımız insanları sırf doğdukları yerden ötürü yaftalıyoruz hemen? Neden anlamıyor zihinlerimiz doğudaki her insanın bölücü olmadığını? Haberlerde bağıra bağıra "Bu örgüt bizi temsil etmiyor, Kürt halkını temsil etmiyor. Vatana millete acılar yaşatıyor. Onları kabul etmiyoruz. Biz kardeşiz." diyen insanları neden görmemekte ısrar ediyor bazılarımız. Hani her yerin iyisi de olur kötüsü de denir ya, 'kötü' sıfatının içine giren vatan hainlerinin emellerini Allah kursaklarında bıraksın. Oyunlarını ayaklarına dolasın. Aldıkları nefes canlarına azap olsun. Gün yüzü göremesinler inşaAllah. Ama "Şimdi ağlama sırası onlarda" diyen zihniyeti anlamam mümkün değil. Onlar kim, biz kimiz? Şehitlerimizin içinde Erzurumlu'su, Ağrılı'sı, Elazığlı'sı da vardı. Bu haritanın sınırları içerisinde kalan her karış toprak bizimdir ve bu bayrağın altında bölücülük yapmadan yaşayan her insan kardeştir. Yukarıdaki ve aşağıdaki iki resmi görüp de buna rağmen "Hehe, iyi oldu" diye gülenler, göçüklerin altında nefes alan birilerinin hala olduğunu bilen ve 15 günlük yavrunun diri çıktığını görüp buna sevinmeyen, gece başını yastığa rahatça gömüp uyuyanlar varsa; latifelerini bir gözden geçirsinler derim. Demek ki ölen latifeler olmuş!

Geçen hafta ebediyete uğurladığımız yavrular niçin şehit olmuşlardı? Bu vatanın bölünmez bütünlüğünü korumak, bu milletin içine sızan bölücüleri paklemek ve Allah vatanı milleti kutsal kıldığı için. Bölücülük bitsin diye bahar mevsimindeki hayatlarını bırakan yavrular, eline geçen her fırsatı bölücülük yapmak için kullananlara haklarını helal edecekler mi acaba? Hepimiz kendimizi hesaba çekelim lütfen.

Aziz şehitlerimizin ve depremde vefat eden tüm vatandaşlarımızın ruhu şâd olsun. Sevgimle.


20 Ekim 2011 Perşembe

BEN ŞEHİDİM ANAM

İki gündür içimiz yanıyor demeyeceğim sözlerime başlarken. Zira bu milletin bağrı senelerdir yanıyor. Bu cihette bir gün yüzü görmedik gitti. Gelişmeleri hüzünle, tepkileri şaşkınlıkla izliyorum.

İlk okulda en yakın arkadaşım Kürt'tü. Adı Serpil. Komşumuz aynı zamanda. Birbirimizi çok severdik. Sürekli o bize gelirdi ben de onlara giderdim. Annesi başta olmak üzere tüm ailesi beni çok severdi. Biz çocukluğumuzda da rahat nefes alamadık ki bölücü kırılasıcalar yüzünden. Benim en büyük hayalim öğretmen olup gönüllü olarak doğuya gitmekti. Kendini vatanperver addeden kitleler atamaları doğuya çıkınca "gidemem, orası terör bölgesi" dedikçe, okula dahi gitmez yaştaki çocuk ruhum incinir "neden ama?" diye düşünürdüm. "Neden gitmiyorlar? Orası da vatanımızın bir parçası." Dün rahat ve huzuru için oradaki çocukları yetiştirmeyi reddedenler bugün çığırtkanlık yaparken nasıl da yapmacık kalıyorlar. Neyse, Serpil'e döneyim. Terör olaylarının iyiden iyiye kendini göstermeye başladığı günlerdeydik. Oyun saatinde sokağa çıktık yine. Serpil de vardı. Suratından düşen bin parça idi. Yanıma gelmiyor, uzak uzak duruyordu. Ezilmiş ve üzülmüş bir hali vardı. Ben yaklaştıkça o adeta kaçıyordu. Nihayeti daha fazla dayanamayıp ağzındaki baklayı çıkardı:

Serpil: "Sen artık benimle oynamak istemezsin."
Aslıhan: "Neden?"
Serpil: "Çünkü biz Kürdüz."

Vay anaammm. Yüreğimin nasıl cızzz ettiğini hâlâ hatırlarım. Ve ona ne söylediğimi de:

"Evet Kürtsün. Ama bölücü değilsin. Neden oynamayayım seninle?"

Bu cümlemle yüzü güldü, her günkü gibi oyunumuzu oynamaya başladık, devam ettik. Serpil'in yüzü güldü gülmesine ama, benim yüreğim o günden sonra yıllarca sızladı, sızlamakta. Bir ilkokul çocuğu kendini dışlanmışlığın doruk noktasında hissedip en yakın arkadaşına "Sen artık oynamazsın benimle, çünkü ben Kürdüm" diyordu. Bu nasıl bir düşünce nasıl bir bilinç altı ve nasıl bir oyundu Allah'ım! Serpil'in o cümlesi içime nasıl okka gibi oturmuşsa, bugün bir blogger'ın sayfasında gördüğüm başlık da içimi öylesine acıttı "Operasyon Değil, Katliam İstiyoruz!!!" Bize neler oluyor arkadaşlar? Biz ne ara düştük bu oyunlara? Nasıl geldik bu hâllere? Bir anda yapılsa hepimiz kitle kitle karşı dururduk ya, böl parçala yut taktiği ile mi sindirildi ki bazılarımızın zihinleri? Biz yüzlerce yıldır 72,5 millet olarak farklı dinden, farklı ırktan olsak da aynı Vatanda, aynı Bayrağın altında, aynı Milletin fertleri olarak yaşamadık mı? Şimdi birlik olup sinelerimizi üstümüzde oynanan oyunlara siper etme zamanıdır. Yüzyıllardır olduğu gibi yine tek yürek olmanın vaktidir şimdi. Türk, Kürt, Çerkes, Çeçen, Laz... her kim varsa hepimiz kardeş olarak yaşayıp omuz omuza verip de bu memleketi savaşlardan yüzümüzün akıyla kanımızın alıyla çıkarmadık mı? Kürt başka bölücü başkadır. Tıpkı Yahudi'nin başka siyonistin başka olduğu gibi. Lütfen titreyip kendimize gelelim. Oyunlara düşmeyip yine bir ve bütün olalım. İçimizde senelerdir yaşayıp da tavuğuna kışt demediğimiz bazı hain kırılasıcalar ise umarım gerçeği en yakın zamanda görürler. Unutmasınlar ki onların hizmet ettiklerini zannettikleri bir amaç da yok ortada. Artık bunu bilmeyenimiz kalmadı. Onlar da bazı dış güçler ile bazı iç hainlerin kendi oyunları için piyon olarak kullandıkları zavallılar aslında. Umarım bu gerçeği tez zamanda görürler. Ve kirli ellerini benim evlatlarımın üzerinden çekerler. Bu millet geleni bağrına basmıştır. "Sen-Ben" demeden yaşamıştır yüzyıllar boyu. RasulUllah'tan öğrendiği ahlak gereği "kardeş" olmuştur kendisine koşanla. Bunu hâlâ anlamamakta ısrar edip gudubetlik yapanlar, çiğdemlerimizi dünyaya solduranlarsa; elbet layıklarını bulacaklar ve dileğim o ki Rabb'imin Kahhar sıfatı ile şereflenmeye nail olacaklardır. Hiç kimse unutmasın ki gösterilen değeri taşımayı bilmeyenler, kendini nimetten sanan ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne muhatap olduğunu zanneden beyinsizler bu vatanı ve bu milleti parçalayamayacaklardır. Biz BİZ oldukça, Allah'ın izni ile kimse bize bir şey yapamaz. Gönderdiğimiz çocuklar vatana sarılmışlığımızın nişanesi ve yanan gönlümüzün meşalesidir. Rabb'im cennetinde cem etsin bizleri. Ve dileğim o ki bir daha yanmasın içimiz. Bir daha dünyaya solmasın çiğdemlerimiz. Abimiz, kardeşimiz, sevdiğimiz, oğlumuz değildir belki o yavrular. Hiçbirşeyimizdir. Ama bazen hiçbirşeyiniz olan, aslında her şeyinizdir.

Hasbihâli 2007 yılından kalma acizane bir şiirimle hitama erdirmek istiyorum. 2007... Beytüşşebap'ta dünyaya veda eden guzularımızın acısı... Öylesine taze ki... Unutmak ne mümkün! Hepinize sevgilerimle.


BEN ŞEHİDİM ANAM

Ben şehidim,

Ülkemi beklerken Bayrağım için vurdular beni.

Ben şehidim,

Geçti kalbime Ebu Cehil’ in dişleri.

Ben aşkın ummanında yol alırken,

Yağdı üzerime nefretin ekinleri.

Yirmisindeydim ömrün,

Ve beklemekteydi yavuklum üzgün üzgün.

Az kalmıştı kavuşacağımız zamana,

Ama döndü ruhsuz bedenim cananımın kollarına.

Olsun, olsun varsın ya,

Aklım bu nefreti anlamamakta.

Ben basmışım cümle insanları bağrıma.

Neden,

Neden bazıları bunca kudurmakta?

Ben şehidim,

Hep on üç on üç gitmekteyim ne hikmeti varsa.

Oyyy anam,

Sil gözlerindeki yaşı sevdiğimin,

Söyle ki ben sizin için can vermekteyim.

Hani sen nasıl vakur durdunsa,

Beni bu yurda nasıl kurban yolladınsa,

Öğret cananıma da.

Ben bir kez can verdim ya,

Olsa idi saçlarım kadar başım,

Ederdim Hak Yolu’ na feda.

Oyyy anam,

Bilirim ruhun bugün çarmıhlarda,

Ama yine de akıtırsın gözündeki yaşı gönül ummanına.

Sen,

Sen şehit anasısın.

Düşmedi hiç başın aşağılara.

Ve bu yarım akıllı düşmanlar var ya,

Güldürmedin onları asla.

Oyyy anam,

Başıma tacımsan, unutma,

Bundan böyle yok ise eğer guzun yanında,

Bil ki,

Bil ki gördüğün her Mehmet senin oğlun aslında.

Kurban anam,

Ne zaman özlerse bağrın oğulcuğunu,

Bas gördüğün her Mehmet’ i bağrına.

*********

Her Mehmet benim oğlum,

Her Mehmet benim kardeşim.

Ben, bizzat kendim Mehmet’ im!

21.10.07 / KONYA /.