8 Eylül 2023 Cuma

Adam, Şemsiye ve Yağmur



İş çıkışı eve gitmek istememiş, daralan gönlünü bir nebze olsun ferahlatmak maksadı ile biraz yürüyüş yapmayı uygun görmüştü. Mesainin son yarım saatinde başlayan yağmura aldırmadan yürüyecekti. Şemsiyesini de yanına alarak mesai arkadaşlarına iyi akşamlar deyip daireden çıktı. Aslında çocukluğundan beri yağmurda yürümeyi severdi. Ancak son günlerde kendisini fazlasıyla yorgun ve halsiz hissettiği için hastalanmama düşüncesiyle şemsiye ile yürümeye başladı. Yürüyüşü yaparken amaçladığı şey kafasını boşaltmak ve bu vesileyle sıkıntılardan yorgun düşmüş kalbini ferahlatmaktı. Ancak pek çok zaman olduğu gibi o nereye giderse düşünceleri de onunla gittiği için bu amaca pek de ulaşamadı. Aslında sürekli kendine telkin veriyor ve düşünmeyeyim düşünmeyeyim diyordu. Ancak Neşet Ertaş'ın da dediği gibi "Kalpten Kalbe Bir Yol var"dı. Demek ki karşısındaki de sürekli onu düşünüyordu ki o da muhatabını bir türlü aklından çıkaramıyor, ne yapsa ne etse sürekli onu düşünüyordu. Üstelik aradan geçen yıllar yarasının kabuklanmasına ve iyileşmesine yardım etmemişti. Bu zamana kadar herkes zaman her şeyin ilacıdır demişti. Hani o zaman? Madem zaman her şeyin ilacıydı, bunca yıl geçmesine rağmen o hala niçin iyileşemiyordu? Beklemediği anda beklemediği iki insandan aldığı derin darbelerin etkileri adeta peşini bırakmıyordu. Yüzeye çıkmak için çabaladıkça daha çok batıyor gibi hissediyordu kendini. Ânı ânına, günü gününe uymuyordu. Bazen unutur gibi oluyor, kısmen de olsa gününü mutlu geçiriyor, fakat bir başka gün yine en derinlerinde hissediyor ve istemsiz bir hüzüne kapılıyordu. İşte bugün de o hüzünlü günlerinden biriydi. Gece uyku tutmamış, onu düşünmekten gözünü kırpmamıştı. Acaba şimdi neredeydi, ne yapıyordu, yanında kimler vardı?... Her şeyden öte, mutlu muydu?... Acaba o da düşünüyor muydu yoksa tamamen çıkarmış mıydı aklından, kalbinden?... Eğer o aklından ve kalbinden çıkarmışsa, bu tarafın da çıkarması gerekmiyor muydu? İnsanoğlu kalbine mukabil bir kalp arardı ya hayatta hani, arkadaşlıkta da hayat arkadaşlığında da bu böyleydi. Ve o kalbine mukabil kalbi bulduğu zaman hisler karşılıklı ise akıllardan çıkmıyor, tek taraflı ise bir şekilde unutulup gidiyordu. Dünyanın düzeni bu şekilde kurulmamış mıydı? Aradan yıllar yıllar geçmişti. Fakat numarasını halen ezbere biliyordu. Geceleyin uyuyamamanın da verdiği sarhoşlukla daha fazla dayanamadı ve eli telefonun tuşlarına gitti. Ahizeden duyduğu 'Aradığınız numara kullanılmamaktadır' cümlesi bir bomba gibi patladı beyninde. Şok olmuştu. Acaba dedi,o tamamen unuttu mu beni? Gerçekten aklından ve kalbinden silip attı mı? Beni unutmasına yardımcı olmak için mi numarasını değiştirdi yoksa? Bu soruların hiç birinin cevabını bilmiyordu. Kendisine ciddi manada zarar veren bu iki kişiden birini bırakıyor diğerini düşünüyor ve kendisine bu kötülüğü niçin yaptıklarını anlamaya çalışıyordu. Ancak zaman içerisinde o da öğrenecekti ki 'bana bunu niye yaptı' cümlesi cevapsız bir cümleydi. Buna kafa yormak anlamsızdı. Zira insanoğlu her türlü vefasızlığı ve kötülüğü gösterebilecek bir canlıydı. Madem umulmadık anda sırtını dönüp gidecekti, madem her şeye rağmen yapayalnız bırakacaktı o halde niçin zamanında gelmiş ve bazı şeylere inandırmıştı? Madem kendisi bile kendinden emin değildi, keşke hiç karşısına çıkmasaydı... Bu düşünceleri kafasında çevirirken şemsiyenin giderek koluna ağır geldiğini, daha fazla taşıyamayacağını hissetti. Üstelik evi ile iş yeri arasındaki ormana yaklaşmıştı yürüye yürüye. Ormanın nispeten tenha olmasından faydalanıp içinde tuttuğu duyguları bir anda salıverip rahatlamak istiyordu. Açıkçası o anda etrafta kendisini görecek birilerinin olması da umurunda değildi. Kalbi dolmuş, Birecik köprüsünün altından geçen Fırat gibi fokur fokur kaynamaya başlamıştı. Ağırlaşan kolunu yere bırakmasıyla yağmur damlaları başına, gözyaşları yüzüne döküldü. Serbest kalan duygularının etkisiyle bir anda hüngür hüngür ağlamaya başladı. Cevapsız bir soru olduğunu bildiği halde neden demekten alamadı kendini. Madem hiçbir zaman var olmamış gibi tüm izlerini silip ortadan kaybolacaktın, acaba bunlar yaşandı mı, acaba o gerçek miydi yoksa hiç olmadı mı dedirtecek kadar izlerini kaybettirecektin, madem kendinden ve duygularından emin değildin; o halde keşke hiç karşıma çıkmasaydın diye haykırdı ağlarken. O sırada karşıdan gelmekte olan anne ile ilkokul çağındaki oğlunu fark etmemişti bile. Çocuk onu parmağı ile göstererek 'Anne, hani erkekler ağlamazdı?' deyince kadın  çocuğu apar topar susturmaya çalıştı. Ama kadının bu çabası nafileydi. Çünkü hepsini duymuştu bile... Erkeklerin de kalbi vardı ve incindikleri zaman onlar da ağlardı. Adam, koluna yük olmuş şemsiyesini, tek şemsiyenin altına sığışmaya çalışan anne ve oğluna uzatırken çocuğa gülümsemişti. Adeta bir yükten kurtulmuş gibi hissetti şemsiyeyi verince. Ve ruhundaki diğer yüklerden kurtulmak istercesine ağlayarak yoluna devam etti. Yalnızlığına, duvarlarda sesinin yankılandığı evine doğru yol aldı...

21 Ağustos 2020 / KONYA / 22.41

26 Şubat 2023 Pazar

Yarım Kaldığımız Yerden


Artık Antep'in Kalesi'ne fermanımız asılmayacak AbdUllah, 
Yaz günleri Kurtuluş Caddesi'nde mutlu yürüyüşler yapamayacağız,
Affan Kahvesi'nde süvari içip ardından haytalı yiyemeyeceğiz mesela, 
Rızvaniye'nin minaresini berrak bir su gibi göremeyeceğiz, 
Yaşar Pastanesi'nde Maraş dondurması yiyebiliriz belki, kim bilir? 
Ama Diyarbakır surlarını uzun bir ip gibi göremeyeceğiz, 
Habibi Neccar'da namaz kılamayacak, 
Antakya Protestan Kilisesi'ni gezemeyeceğiz, 
Uzun Çarşı'da tekrar kağıt kebabı yemek de hayal oldu AbdUllah, 
Hatay Meclisi'ni göremeyecek, 
Ulu Cami'de oturamayacağız. 
Ama en kötüsü ne biliyor musun? 
Sevdiklerimize bir daha sarılamayacağız dünya gözüyle... 
Kavuşmalar, buluşmalar, sevinçler öte dünyaya kaldı,
İnsanız, aciziz,
Yüreği yanan bir avuç ölümlüyüz altı üstü, 
Dünya dünya dedikleri şey yüzünden yandı kül oldu gönüllerimiz, 
Düğünler, mezuniyetler, doğum günleri başka baharlara kaldı, 
Hatıra defterleri ve günlükler boynu bükük kaldılar henüz sayfaları dolmadan, 
Biz, 
Biz yarım kaldık be AbdUllah! 
"Göğsüm daralıyor, yüreğim kanıyor" evet, 
Ama "Olmasaydı sonumuz böyle" diyemem,
İsyan etmek ne haddimize! 
İmtihandır, baş göz üstüne, 
Lakin bilirsin sen, 
Allah sever bizi, 
İmtihan eder fakat hiç yalnız bırakmaz, 
O(cc) yine ellerimizden tutacak, 
Biz yine O'na ve birbirimize sarılacağız, 
Göreceksin bak, yeniden yeşereceğiz,
Yeniden çiçek açacağız biiznİllah! 
Balkonlarımızda yine mor menekşeler açacak, 
Hüsnü emminin oğlunun düğününde halay çekeceğiz, 
Hatçe teyze bize yine katıklı ekmek yapacak, 
Evet, Ayşe ablanın kızını gelin edemeyeceğiz belki, 
Ama komşu kızını everirken de sevinecek Ayşe abla, buruk da olsa... 
Biz, 
Biz Allah'ın izniyle yeniden yeşereceğiz AbdUllah, 
İnanmaktan ve umut etmekten vazgeçmeyeceğiz, her şeye rağmen... 
Günler sonra enkazdan sapasağlam çıkan Aleyna, 
Hiç bir şey olmamış gibi gülümseyerek çıkan bebiş, 
Ve yeniden gökyüzünü görüp şükreden gözler umut olacak bize. 
Enkazdan sağ çıkan her kedi, her köpek, her canlı güç ekecek yüreklerimize, 
"Acıkmadım ki, bi abla bana aşağıda yemek yedirdi" diyen kız çocuğuyla adrenalin alacağız bedenlerimize, 
Âmâ bir kediyi kurtarmak için korkunç binalara giren adamları, 
Enkazdan bir kişiyi daha sağ çıkarabilmek için ayakları şişen kadınları, 
"Bu bana yeter, onları da başkalarına dağıt" diyen çocukları unutmayacağız. 
Taaaa uzaklardan koşup gelen dost ellerini unutmayacağız. 
Ama "ihanet zincirini tutan"ları da unutmayacağız! 
Biz bu yaşadıklarımızı istesek de unutamayacağız AbdUllah, 
Ezildik, üzüldük, örselendik kabul, 
Ama yeniden çiçek açacağız, 
Güzel günler göreceğiz hep birlikte, 
Göreceksin bak! İnanmaktan sakın vazgeçme! 
Allah bizimledir💚Ve kenetlendi ellerimiz birbirimize💚

26 Şubat 2023 / KONYA / 22.15

7 Ocak 2023 Cumartesi

Kalbin Sözü

Benim şu dünyada en iyi bildiğim şey yazmak. Üzüldüğümde, sevindiğimde, konuştuğumda, konuşamadığımda hep yazmak iyi geliyor bana. Sevdiğimde de sevildiğimde de yazıyorum. Acımı, derdimi, yüreğimin sancısını yazımla paylaşıyorum. Ben anlatıyorum, onlar dinliyorlar. Üstelik yazılarım beni anlıyorlar. Dinlemeyi başarabilen de çok değildir dünyada. Ama hem dinleyip hem de anlayabilen sayısı pek azdır. İşte bu yüzden kıymetlidir anlayanlar. Şimdi ben bardağımda kahve, elimde kalemim, zihnimde sen; yazılarımla konuşuyorum. Senin bu yazıdan haberin yok. Aslına bakarsan senin benden bile haberin yok. Nasıl oldu bu dediğini duyar gibiyim. Hep söylerim, sevgide neden olmaz. Sevmek hiç bir nedene ihtiyaç duymaz. Ama'sı fakat'ı olmaz. Kalbe düşer bir anda. Ve düştüğü an başlar tutuşmaya yürek. Kurudu sandığın kanın yeniden damarlarında gezinmeye başlar. Karnında bir karıncalanma, bir kelebek geçidi olur tıpkı ilk gençlik yıllarındaki gibi. Öldü zannettiğin yüreğin pıt pıt atmaya başlar. O atarken, acıyı taa içinde hissedersin. Yüzyılın hasreti vardır adeta derininde bir yerlerde. İşte o hasretin görünüşüdür hissettiğin bu acı. Söylemek istersin, söylememek istersin, düşüncelerin berrak olsa da zihnin karmakarışıktır. Neden derler sonra sana, neden? Bunu neden göze alıyorsun? Niçin sırtına yük bindirmeye talip oluyorsun? Niçin alıştığın hayatın dışına gönüllüce çıkmaya çalışıyorsun? Neden neden neden? Anlamaz çoğusu. Anlatamazsın. Çünkü sen bir kere onun içindeki yıldızları görmüşsündür. Hayat işkenceye tutturulmuş bir profil gibi yontuyor bizi zaman zaman. İşte bu süreçlerde o yıldızlardan saçtığın ışıkların azalır, üstü tozlanır yıldızların, eskisi gibi apaydınlık olamazsın. Ve sen zannedersin ki içindeki yıldızlar bitti. Onlar gitti ve ışık bitti. Hayır hayır, oysa böyle değildir. O yıldızlar hala senin yüreğindeler. Sadece üstlerine perde indi. İşte ben o perdeyi kaldırmaya, sana içindeki yıldızları hatırlatmaya, gözbebeklerinden kaybolan mutluluk ziyasını yeniden yakmaya talibim. Ben, pişman olmamaya talibim. Hani soruyor ya insanlar neden bu yükü istiyorsun diye, oysa bilmiyorlar ki sevince yükler yük olmaktan çıkar. Ne demiş Hazreti Şems:

"Sevmeyene karınca yük, sevene filler karınca,
Dağı bile taşır insan aşık olup inanınca."

Kurak topraklara can suyu verdiğin için, artık asla atmaz dediğim kalbimi yerinden oynattığın için, bana sormadan dualarıma dahil olduğun için talibim gözündeki mutluluk ziyasını yakmaya. Talibim pişman olmamaya. Vekilim Allah, kefilim Allah. Başka hiç bir şeyim yok...

07 Ocak 2023 / KONYA / 16.23

Yeni bir yazıda görüşmek ümidiyle. Umut hep vâr olsun. 

19 Ağustos 2022 Cuma

VAZGEÇMEK ÖZGÜRLEŞMEKTİR


"Annem neden beni hiç sevmedi?" diye düşünüp duruyordu Rabia. Ömrü boyunca bu soruya cevap aramış, lakin bir türlü cevap bulamamıştı. İşin ilginci annesine de defalarca sormuş, ama ondan da bir yanıt alamamıştı. O kadar ki günün birinde soluğu psikoterapistte aldı. Kadın sordu, neden geldiniz? Tek bir cevap verdi :

"Bana kabullenmeyi öğretebilir misiniz?"... 

Sonraki seanslarda konu hep belliydi. Neden, neden, neden sorularına cevap aranıyordu. Bir gün psikoterapist dedi ki:

"Anneniz sizi o kadar güçlü görmüş ki, kendi hayatının çocukluktan itibaren gelen tüm yükünü size yüklemiş. Bu hayatta herkes kendi yükünü çekmelidir. Bu zamana kadar annenizin yükünü taşımışsınız. Şimdi bu yükü ona sevgiyle iade edin." 

İlerleyen haftalarda durum değişmeye başlamış, eskiye göre kendini rahat hissetmeye başlamıştı. Ama zaman bu ya, insan unutuyordu. Ya da her şeye rağmen kabullenmeyi öğrenemiyordu. "Annem bana neden böyle, neden çocuklarından sadece bana böyle?" sorusuyla kalbini yeyip bitiriyordu Rabia. Bir gün psikoterapist ona müthiş bir cümle kurdu:

"Elinde 50 lirası olandan 100 lira isteyemezsin. Senin annenin sadece 50 lirası var."... 

Yıllar yıllar sonra, bir gün internette bir cümle okudu:

"Sevgili kalbim! Neden hâlâ apartman boşluğunun gün ışığı görmeyen penceresinde kuş sesleri beklersin?"*

Yıllar geçmişti ama değişen hiç bir şey olmamıştı. Annesi Rabia'yı görmüyordu. Hastalıklarını yalnız yaşıyor, sorunlarıyla tek başına mücadele ediyor, başarılarını yalnız kutluyor, uğradığı kalp ağrılarını bile tek başına çekiyordu. Annesi vardı. Çok şükür hayattaydı. Ama Rabia'nın başına verecek bir omzu yoktu annesinin. Hiç bir zaman olmamıştı. Oysa Rabia her seferinde ama her seferinde yeni bir umutla annesine koşmuştu. Belki bu sefer olacaktı. Belki bu defa ilgi gösterecekti. Belki bu kez kızının acısını paylaşacaktı. Belki bu kez onu anlayacaktı... Olmadı. Olamadı. Annesinde hayat boyu sadece 50 lira olmuştu. Ve annesi hiç bir zaman o 50 lirayı 100 liraya tamamlamaya çalışmamıştı. Annesi 50 lirasıyla, diğer çocuklarıyla, Rabia'sız hayatıyla mutluydu. Psikoterapiste "bana kabullenmeyi öğretebilir misiniz?" dediği o ilk gün dahi her şeyin farkındaydı Rabia. Bu hali kabullense beklentisizleşeceğini, mutlu olacağını biliyordu. Ama bu halin değişeceğine dair bir umut besliyordu, her şeye rağmen...

Aradan yıllar geçti. Ve Rabia O GÜN anladı "apartman boşluğunun gün ışığı görmeyen penceresinde kuş seslerini 'beyhude' beklediğini". İşte o gün, kendine şöyle dedi :

Olmuyorsa olmuyordur, 
Sevmiyorsa sevmiyordur, 
Vazgeç Rabia, 
Çünkü, 
Çünkü VAZGEÇMEK ÖZGÜRLEŞMEKTİR! 

19 Ağustos 2022 / KONYA / 23.51

*İnternetten alıntı cümle
**Fotoğraf alıntıdır. 

27 Temmuz 2022 Çarşamba

RÜZGARLI SAYFALAR


"İnsan yanlış kişileri sevdikçe kurak tarlalara dönüyor" dedi adam. Arkadaşlıkta, dostlukta, aşkta... Seçimlerin hep hatalıysa giderek kuruyorsun. Bazense seçmediğin gelip seni buluyor. Hatan bunu kabullenmek, ilk dakikadan yol vermemek oluyor. Hal böyle olunca hem anatomik olarak hem duygusal olarak kuruyorsun. Artık öyle bir zaman geliyor ki, kalbin hiç bir şeye/hiç kimseye çarpmıyor. Her şey boş, her şey anlamsız, her şey kuru geliyor, kupkuru... Ömrün kuruyor yavaş yavaş. Yeşertecek bir katalizör çıkıp gelse diye bekliyorsun. Bir süre sonra onu da beklemiyorsun. O istek dahi kuruyor. Ahhh bilmem ki var mıdır bir çaresi? Bilmem ki var mıdır yeşillenmenin bir yolu? Yeniden kelebekler uçuşur mu insanın kalbinde? Yeniden yağmur yağar mı çorak gönül tarlalarına? Yeniden yasemin çiçeğinin o mis rayihası dolar mı kurumuş burunlara? "Sen istersen yanalım o zaman"* dedirtebilecek biri çıkar mı kuru kalplerin karşısına? 

Adam iki eli ceplerinde, tüm bu düşüncelerle yavaş adımlarla yürüyordu rüzgarlı havada. Etrafı görmüyordu. Sesleri duymuyordu. Dünyadan kopmuş gibiydi adeta. Saçlarını savuran rüzgarda hayat kitabının sayfalarını bir bir çeviriyordu. Yüreğinin niçin bu denli kuraklaştığını düşünüyordu. O an, tam adamın yüreğindeki yağmur hasretiyle cebelleştiği o an, gökler bangır bangır bağırarak çakmaya ve bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Adam, suratına inen yağmur damlalarıyla derin bir şaşkınlık yaşadı. Sonra suratındaki yağmur damlaları, gözlerinden dökülen durduramadığı yaşlarla karıştı. Adam yağmura sarılmak istercesine kollarını açıyor ve sarsıla sarsıla ağlıyordu. Kendine engel olamadan ve dahi engel olmak istemeden... İçinde bi umut kırıntısı yeşerdi o yağmurla. Yılların suskunluğu gözlerinden akıp gidiyordu adeta. Kim bilir, belki tıpkı bu yağmur gibi, kurak yüreğine de bir yağmur yağardı. Kim bilir, belki....

27 Temmuz 2022 / KONYA / 23.29

*İçimdeki Duman'dan bir cümle
**Fotoğraf alıntıdır. 

22 Mayıs 2022 Pazar

"Yalnızlık Ömür Boyu" mu?


Merhaba sevgili blog dostları,
Geçen gün ablam Instagram'dan bana bu paylaşımı gönderip, altına "bu zor bir şey mi?" diye yazmış. Konunun uzmanı olduğumu bildiği için soruyu doğru kişiye sordu😉 Bu güzel ve önemli bir konu bence. Sadece yazışmalarımızda kalmasın ve sizlerle de paylaşayım istedim. 

{Ola ki resmi göremeyenler olursa üzerinde şöyle yazıyor:

"Bir restoranda oturup tek başına yemek yeme veya bir sinema salonunda tek başına oturma gücüne sahipsen hayatta istediğin her şeyi başarırsın."
İşte ablam bana bu cümleyi gönderip bu zor bir şey mi diye sordu}. 

Bizler birlikte yaşama kültüründe yaratılan varlıklar olduğumuz için genelde her güzelliği yanımızda bir başka insan ile yaşıyoruz. Evliler hanımları/beyleri ile, bekarlar anne babaları/ kardeşleri ya da arkadaşları ile gibi... Yanında güzellikleri paylaşacağın birisi olması hissiyatı yaratılışın bir gereği, tamam. Ama bunun ötesinde bir de mevzunun toplum dayatmasına dönüşmesi konusu var. Şöyle ki, hayat hepimiz için aşamalardan oluşuyor. Yapa yapa, göre göre, yaşaya yaşaya öğreniyoruz. Ve yolun başlarındayken herhangi bir etkinlik yapacağımızda mutlaka yanımızda birisi olmak zorunda gibi hissediyoruz. Zira yalnız insan toplumun gözünde acınan(!) insan oluyor. Burada etkinlikten kastım zorunlu mecburiyetler için yalnız kalanların yaptıkları değil. Yani işiniz gereği bir şehre gitmişsinizdir ya da yeni bir yere atanmışsınızdır. Orada öğle tatilinde yemeğe çıkmanız gerekir ve teksinizdir mesela. Bu değil söylediğim. Ki bunu bile tek başına yapamayan pek çok insan var orası da ayrı konu. Benim bahsettiğim; hobi olsun, etkinlik olsun, içimden geldi, öyle istiyorum diye yapılan şeylerin tek başına yapılması ya da yapılamaması. İnsan yemek yemeye ilk defa tek başına gittiğinde, sanki herkes ona acıyarak bakıyormuş gibi düşünülüyor. Belki gerçekten böyle bakanlar da oluyor. Halbuki ne alakası var acımak duygusunun burada? Evet gerçekten ama gerçekten o şekilde değerlendirenler, o şekilde bakanlar, hatta çekinmeden bunu suratınıza söyleyenler bile oluyor. Onlar size 'yalnızsın' diyerek acıyor ve acıyarak bakıyorlar. Siz ise 'Hayatta birçok şeyin farkına varmadan bu yaşına gelmiş' diye, onların size duyduğundan daha derin bir acıma hissediyorsunuz onlara karşı. Bu tarz toplumsal baskılardan dolayı olsa gerek, herhangi bir şeyi tek başınıza ilk yapmaya başladığınızda _ve bunu yapan kişi özellikle belli bir yaşın üzerinde olmasına rağmen hala bekar ise_ gerçekten kendisini bir tuhaf hissediyor ve zorlanıyor. Herkes ona bakıyor, herkes ona acıyor gibi düşünceler hücum ediyor belki zihnine. Fakat yukarıda da dedim ya, yaşayarak öğreniyoruz. Bugün endişe duyduğunuz bir şeye 3 yıl 5 yıl sonra dönüp baktığınızda, bunun için üzülmeme endişelenmeme ne gerek varmış diyorsunuz. Yalnızlığın acınılacak bir şey olmadığını belki sonradan anlıyorsunuz; kendinizi buldukça, durumun hiç de dışarıdan zannedildiği gibi olmadığını deneyimledikçe, ve yalnız yaşayıp kendinizle en iyi arkadaş olmayı öğrendikçe... 

Acıyarak bakanların fark etmediği bir şey var. Yalnız insan her şeyi ya da birçok şeyi tek başına yapmak zorunda olduğu için, çok daha güçlü insan oluyor. Allah'ın izni ve yardımıyla sıkıntıların üstesinden tek başına nasıl geleceğini, başına ilk kez gelen bir olayı nasıl halledip o olayın içinden nasıl çıkacağını öğreniyor. Her işi başkası tarafından yapılanlar için akla gelmeyecek derecede kolay sanılan şeylerin bile aslında kolay olmadığını görüyor ve her şeyi kendisi düşünüp ayarlamak zorunda kaldığı için belki başlarda bir yorgunluk çöküyor omuzlarına ve yüreğine. Ama zamanla, kimseye minnet etmeden tek başına güçlü bir şekilde ayakta kalmanın nasıl bir haz olduğunun farkına varıyor. Gençlik yıllarının en başlarında bir sinemaya gideceğinde bile yanına illa bir eş ararken ve bulamadığı zaman üzülürken, gün gelip bunun ne kadar gereksiz bir üzüntü olduğunu ve aslında tek başına izlediği sinemaların en güzel ve en keyifli sinemalar olduğunu anlıyor. 

Çok yaygın bir söz vardır "Yalnızlık Allah'a mahsustur" diye. Doğrudur. Kesinlikle yalnızlık Allah'a mahsustur. Fakat hayat seçimlerden ve imtihanlardan ibaret. İster seçiminiz ister imtihanınız olarak yalnız iseniz, bununla başa çıkmayı da öğrenmeniz gerekiyor. Ve toplumun size yaptığı gibi oturup kendinize acıyacağınıza, kendinizle iyi arkadaş olmayı öğrenip hayattan tad alma mutluluğunu yakaladığınızda, artık her şeyi tek başınıza yapmak ister duruma geliyorsunuz. Demem o ki, ister isteyerek ister istemediği halde imtihanı olarak yalnız kalmak, çok da insanların zannettiği gibi acınacak bir şey değil. Yazımı hitama erdirirken, sorusu üzerine ablama Instagram'dan verdiğim cevabı da sizlerle paylaşmak isterim:



Cenab-ı Hakk yalnızların yalnızlığını bitirmeyi murad ettiyse, dilerim ki kıymet bilenlerle ve gönül yıkmayanlarla karşılaştırsın :) Yeni bir yazıda görüşmek ümidiyle. Umut hep vâr olsun. 

22 Mayıs 2022 / KONYA / 13.07



30 Temmuz 2021 Cuma

Mide Kanaması Mı Geçirdim?

Merhaba sevgili blog dostları,
25 Temmuz pazar günü sabah uyandığımdan itibaren bir takım tuhaf belirtiler göstermeye başladım. Belirtiler akşama kadar durmaksızın devam etti ve akşam üstü şiddetini artırdı. Yarım gün boyunca ne için bekledin derseniz geçecek önemsiz bir şey zannetmiştim. Ancak öyle olmadı maalesef. Akşamüstü artık bir şeylerin ters gittiğine emin olunca doktora gittim. Şehir hastanesinin aciline başvurdum. Öncelikle şunu söylemek isterim ki Konya Şehir Hastanesi ekipmanlarıyla, hızıyla, ekibi ile gerçekten muhteşem olmuş. Kendimi bir devlet hastanesinde değil de, özel hastanelerin en lüksünde gibi hissettim. Her şey son derece sistemli ve güzel. Numaranızı alıyorsunuz ve sıra size geldiği anda içeri giriyorsunuz. Karışıklık vesaire yok. Muayene olduğumda doktor mide kanaması geçiriyor olabileceğimi, bu belirtilerin onu işaret ettiğini ve çok acil üniversite hastanesine gitmem gerektiğini söyledi. Zaten taşıdığım belirtilere internetten bakınca ben de mide kanaması olabileceğini düşünmüştüm. Ancak bunu doktordan duymak başka bir şey tabii ki. Doktor çok acil olarak üniversite hastanesine gitmem gerektiğini, eğer gitmez de geciktirirsem bir yerde düşüp kan kaybından ölebileceğimi söyledi. Biz de hemen üniversite hastanesine gittik. Uzun zamandır hastaneye gitmediğim için üniversite hastanelerinin insanı yoran yüzünü unutmuşum. Acil resmen tıklım tıklımdı. Ne numaratör var ne bir şey. Önce triaja alınıyorsun, oradaki doktor ismini okuduğunda içeriye geçiyorsun. Ancak bunun için o kadar çok bekledim ki size anlatamam. O sırada kalp krizi geçiren bir hasta geldi, karısı koluna girmiş zor yürüyordu. Kadın   "kalp krizi geçiriyor, yardım edin, yardım edin" diyor. Baktı ki gelen giden yok, çığlık çığlığa "ne biçim hastane burası, bir sedye yok mu?" diye bağırdı. Sonra hemen doktor hasta sandalyesi ile geldi ve adamı içeriye aldı. Yani gerçekten milattan önceden kalma gibiydi görüntüler. Sıra bana geldi, içeri alındım. Kan aldılar tahlil için ve hemen mide koruyuculu bir serum verdiler. Ancak size anlatırken böyle kısacık bir cümlenin içerisinde söylediğime bakmayın. Maalesef gelen hemşire damarlarımı bulamadığı için 4-5 farklı yerden deneme yaparak girdiği her damarı patlattı. En sonunda bileğimin iç tarafından taktı serumu. "Buradaki damar çok ince, elinizi kıpırdatmayın, çok yavaş gidecek serum" dedi. Zaten tarifi imkansız bir acı yaşadığım için put gibi hiç kıpırdamadan durdum. Ancak bir süre sonra kolumda yanma, uyuşma ve korkunç acılar baş gösterdi. O sırada doktor gelince durumu anlattık. Doktor "buraya niye taktı, bu damar çok incedir, buradan serum doğru dürüst gitmez ki" diye kendince söylendi ve sonrasında daha tecrübeli yaşı büyük bir hemşire gönderdi. O da serumu bileğimin iç kısmından çıkarıp, diğer elimin üstüne taktı. Ve çıkardığı anda gördüğüm görüntü ile şok oldum. "Buradaki damarınızı patlatmışlar" dedi ama o görüntüyü hiç unutamayacağım. Resmen bileğimin içi balon gibi şişmişti. Çok korkunç ve kötü görünüyordu. Ben artık hastalığın derdini bıraktım, patlayan damarlarımın acısına düştüm. Şu an günler olmasına rağmen damarlarımın acısı ve üstündeki morluklar hala geçmedi. Bir işi yapmak için o işte ehil olmak gerçekten çok önemli. İnsanları deneme tahtası gibi kullanmak, nasıl olsa benim canım acımıyor ona ne olursa olsun gibi bir düşüncede olmak gerçekten çok yanlış. Ben ağrı eşiğim yüksek olduğu halde damarlarımın acısına gerçekten zor dayandım. Sonrasında belirli saat aralıkları ile kan aldırmam gerekti. Çünkü kıyaslayıp hemoglobin değerlerine bakacaklarmış düşüş var mı diye. Ancak bu kanı almaya gelen hemşireler de kanı alabilecek damar bulamadılar maalesef ilk hemşire kolumun içi dışı ellerimin üstü her taraftaki damarları patlattığı için! Gerçekten çok acılı ve zor bir süreçti. Gece boyu hastanede kalmak durumunda kaldım. Sabaha karşı dışarıdan çığlık çığlığa ağlama sesleri gelmeye başladı. Sanırım birilerinin cenazesi oldu. Hani bazı yörelerde ağıt yakar gibi sayarak ağlarlar ya, yaklaşık 1 saat boyunca kadınlar durmaksızın saya saya ağladılar. İnsanların böyle hallerini görmek de insanın üzülmesine sebep oluyor. O sırada acil odasından yaşlı bir amcanın son ses bağırışlarını duydum. Amca "Burası ne biçim hastane! Siz ne biçim insanlarsınız! Acıtmadık yerimi bırakmadınız! Yeter artık! Böyle tedavi mi olur!" diye bağırıyordu. O an içimden "sanırım amcaya da benim damarlarımı patlatan hemşire gitti" diye düşünmedim desem yalan olur. İnsanların acı çektiğine yakından şahit olmak insanın ruhunu derinden etkileyen bir şey gerçekten. Tüm bunların sonunda sabahleyin doktorum mide kanaması geçirmediğimi, yaşadıklarımın bir enfeksiyondan kaynaklı olduğunu söyleyerek bir poşet dolusu hap yazarak beni taburcu etti. Ve o andan sonra birkaç tane tanıdığımızdan arka arkaya duyduğumuz şey şuydu; Konya'da çeşmeden akan sulara lağım suları karışmış. Bundan dolayı da bir salgın baş göstermiş. Hatta yan komşumuzun kızı başka bir hastanede sağlıkçı. Akıl etseydim de keşke sana söyleseydim, iki haftadır bizim hastaneye gelen gelene, bu konuda ortalık kırılıyor, çeşmeden kullanmayın demediğim için üzgünüm dedi. Eczacım da reçetemi görür görmez bu durumdan siz de mi nasibinizi aldınız dedi. Benim hiç haberim yoktu ama şu an Konyamızda bu şekilde bir salgın varmış.

Sonuç itibari ile sağlığın her şeyden ama her şeyden daha önemli olduğunu bir kez daha anladım. Rabb'im cümlemize sıhhat afiyet şifa versin. Yeni bir yazıda görüşmek ümidiyle. Kendinize ve sağlığınıza lütfen çok dikkat edin.