29 Ekim 2018 Pazartesi

Erisin Dağların Karı


Höyküre höyküre ağlayasım var bugün... Rahmetli Müslüm Gürses'in hayatını anlatan filmi izledim sinemada. Sen buna vakit kaybı dersin; ben ibret derim, tefekkür derim, şükür derim... 

Çocukluğumun özel seslerindendir rahmetli. Babam çok sever bolca dinlerdi. İnsanların çoğu anlamaz eleştirirdi. "bu ayyaşı mı dinliyorsunuz?", "robot kılıklı bu herifi mi dinliyorsunuz?" derlerdi. Bilirsiniz. Derleroğlugiller her şeyi derler zaten... Oysa ben her zaman şuna inanırdım; hiç kimse (eğer şizofreni gibi bir hastalığı yoksa) durduk yere kötü, şaklaban,  duygusuz vb... adına her ne derseniz ondan olmaz, yani toplumdan kabul görmeyeceği bir kimliğe bürünmez. Eğer o eleştirilecek bir haldeyse illa ki altında bir şeyler vardır. Geçmişinde bir şeyler yaşamıştır da ondan böyledir  Müslüm Gürses'in hayatının zor olduğunu, çok çektiğini biliyordum. Lakin bu kadarını tahmin dahi edemezdim. Tencerede pişmiş tavuk bile ondan daha iyi haldedir. Neler yaşamış, neler çekmiş, nelere sabretmiş meğerse bu Urfalı... Anasıyla bacısının gözleri önünde (öz babası tarafından) öldürülmesini mi anlatayım yoksa geçirdiği kazada öldü denip morga konmasını mı? Alnında hep üçgen bir kakül olurdu ya hani, işte onu kaza nedeniyle dağılmış kafasına plaka yerleştirildiği için kafasındaki deliği saklasın diye yaptığını mı anlatayım yoksa bir kulağının sağır kalmasını mı? Ölen kardeşinin cenazesinde kendisi de ufacıkken babasının yaptığı eziyeti mi anlatayım yoksa "Sen benim ciğerimsin, ciğerimi delme" dediği kalan tek kardeşi olan Ahmet'in vurularak kevgire çevrilişini mi? Neler yaşamış neler çekmiş... Ayyaş diye hor görülen adam kazadan sonra kafatasında kalan korkunç ağrılara dayanabilmek için içiyormuş meğerse. Elbette ki tasvip edilecek bir durum değil bu. Yalnız demek istediğim şu; eleştirmek kolay el atmak zordur. Önyargı kolay anlamaya çalışmak zordur. Hor görmek kolay hoş görmek zordur. Hiç kimse durduk yere öyle olmaz. Canım Urfam'ın çocuk ol(a)madan büyüyenlerinin ennn uç örneklerinden Müslüm Baba... Bunca çileye rağmen sevgi dolu, bunca çileye rağmen merhametli, bunca çileye rağmen 'baba'...
Ne demişti Ahmet Kaya:
Siz benim neler çektiğimi nerden bileceksiniz?"

Höyküre höyküre ağlayasım var bugün... Yaşadıklarına, yaşamadıklarına, yaşadıklarıma, yaşa(ya)madıklarıma... 
"Erisin dağların karı, 
Soldu gönlümün baharı, 
Ecel kapımı çalmadan, 
Sen gel ey ömrümün varı..." 

29 Ekim 2018 / KONYA / 23.50



28 Ekim 2018 Pazar

Seydişehir'de Bir Gün

Merhaba dostlar, 
Yazdan kalma günler yaşıyoruz ve bu yıl belki de piknik yapıp doğanın seyrine doyacağımız son günler bunlar. Biz de bu güzel ve güneşli pazar gününü değerlendirmek istedik. Konyamızdan yola düşüp


Seyyid Harun Veli Hazretleri'ne geldik, yani Seydişehir'e. 


Belediye caminin bahçesine bir sokak kütüphanesi koymuş. Önceki geldiklerimizde yoktu. 


Ziyaretimizden sonra Kuğulu Park'a geldik. Kuzey taraflarında oluşan yosunları izlemek insanı tefekküre sevkediyor. 

Ve parkın isminde olduğu gibi gerçekten kuğular var görülmeye değer bir su içerisinde. Ancak girişte ellerimde eşya olduğu için fotoğraf çekemedim :) 


Ve bütün ihtişamıyla Küpe Dağları karşımızda duruyor. 


Çam ağaçlarının ortasında piknik yapıyoruz. 


Kafamızı çevirdiğimiz her tarafta ayrı bir güzellik var. 


Ve yine önceki geldiklerimizde olmayan bir hizmet ile karşılaştık. Seydişehir Belediyesi'ni bu anlamda tebrik etmek istiyorum. Önceden gelenleriniz bilirler. Kuğulu Park'ın içine araç girmiyor ve giriş kapısından piknik yapılan yerlere kadar epey bir yol var. Her seferinde eşyalarımızı elimizde taşımak zorunda kalıyorduk. Oysa şimdi belediye girişe market arabaları koymuş. Her arabanın üzerinde Seydişehir Belediyesi yazıyor. Eşyalarınızı bunların içine doldurup rahatça piknik yapacağınız alana getirebiliyorsunuz. Teşekkürler Seydişehir Belediyesi :) 


Bu güzellikleri yaratıp bize bahşettiği için  Cenab-ı Hakk'a ne kadar şükretsek az. 


Bol tefekkürlü, bol istifadeli, maddi manevi huzura ve berekete ereceğimiz hayırlı günlerimiz olsun. 

Yeni bir yazıda görüşmek ümidiyle. Umut hep vâr olsun. 
28 Ekim 2018 / Konya Seydişehir / 13.10



26 Ekim 2018 Cuma

21. Yüzyılda Bir Alperen Muhsin Yazıcıoğlu


Bugün sizlere benim için önem arz eden bir  kaç hatıramı anlatmak istiyorum.

Beni tanıyanlar siyaset ile işimin olmayacağını bilirler. Dolayısıyla bu yazıya siyasi bir gözlük ile bakan hakkıma girmiş olur, bunu peşinen söyleyeyim.

Muhsin Yazıcıoğlu benim için bir gönül insanı idi. Çocukluğumdan beri onu hep çok sevdim. Siyasetin kiri pisliği üzerine bulaşamayacak kadar temiz, düzgün ve güzel bir insan idi. 25 Mart 2009'da vefat ettiği zaman o ana kadar hiç yaşamadığım bir durumu yaşadım. Hayatta en önem verdiğim kıymetlim dediğim insan rahmetli büyükbabamdı ve onu da Temmuz 2007'de kaybetmiştim. O zamanlar büyükbabam vefat ederse bir gün bile yaşayamam sanıyordum. Benim için o derece önemli idi kendisi. Fakat Cenab-ı Allah yardım ediyor ve alıştırıyormuş meğerse. Büyükbabamın vefatından yaklaşık bir buçuk yıl sonra Muhsin amca vefat ettiğinde, Büyükbabamda bile olmadığım kadar sarsıldım. Tabi bunda vefatının şekli, günlerce aranması falan da etkili oldu...

Önce günlerce ha bulundu ha bulunacak diye bekledim ve neticede vefatı kesinleşip cenazesi kaldırıldı. Bu dönemde bende önlenemeyen duygu boşalmaları yaşandı. Açıkçası bana birisi böyle olacaksın dese kendim de inanmazdım. Düşünün koskoca insan istemsiz bir şekilde sokakta yürürken falan ağlamaya başlıyordum. Buna gerçekten mani olamıyordum ve bu durum tam 23 gün boyunca devam etti. Ne yaparsam yapayım, kendime ne söylersem söyleyeyim buna engel olamadım. Resmen ortalık yerde bir anda aklıma gelip ağlamaya başlıyorum. Ben onu gerçekten çok sevmiştim. Allah'a olan bağlılığı, vatana olan sevgisi, dürüstlüğü, temizliği her zaman için ona hayranlık duymama vesile olmuştu. 25 Mart'ta düştüğünden tam 23 gün sonra yani 16 Nisan'a kadar bu halim devam etti. 16 Nisan'da ise bıçak keser gibi bir anda kesildi. Nasıl oldu derseniz önceki gece yatmadan önce bilgisayarda kendisi ile alakalı bir klip izlemiştim ve fonda da ablasının Muhsin amca için yaktığı Yılan Dağına Kar Yağmış ağıdı çalıyordu. Hal böyle olunca tabii salya sümük iyice birbirine karıştı bende. O gece hayırlara gelsin ilginç bir rüya gördüm. Malum, Adım Aslıhan ve kendi ismime sahip çok fazla arkadaşım olmadı bugüne kadar. Rüyamda Aslıhan abla adlı bir tanıdığımı gördüm ve kendisinin de bir oğlu var Furkan adında. İlginçtir, Muhsin Yazıcıoğlu rahmetlinin oğlunun adı da Furkan. Bu şekilde de bir bağ vardı rüyada. Biz rüyada Aslıhan abla ile koskocaman bir mutfakta idik ve Furkan'a yemek hazırlıyorduk. Fakat mutfak Konyamızın eski zaman kerpiç evlerinin mutfakları gibiydi, görenler bilirler, oldukça karanlık, sabahları bile içerisinde ışık yakılacak şekilde bir mutfak. Her ne hikmetse biz ışık yakmadan Aslıhan abla ile o karanlıkta yemek hazırlama işlerine girişmiştik ve sırtımız kapıya dönüktü. Bir anda mutfağın içinde tarifi imkansız bir aydınlanma oldu. Yani ışığı yaksanız o şekilde aydınlanmaz. Çok farklı bir aydınlanma idi, bir nur idi adeta... Ne oluyor düşüncesiyle kapıya dönünce mutfak kapısında gülümseyen yüzü ile Muhsin Yazıcıoğlu'nu gördüm. Bana bakıp dişleri görünecek derecede gülümseyip "Ağlama, ben burada çok iyiyim." dedi. Üzerinde bembeyaz bir gömlek, boğazında güzel bir kravat vardı. Ve her zamanki o mütebessim çehresi ile benimle konuşmuştu. O an içime farklı bir serinlik geldi. Şimdi rüyanın üzerinden neredeyse 10 yıl geçmiş ama yazarken hala gözlerim doluyor. O sabah uyandığımda gerçekten de Allah'ın yardımıyla ağlamalarım bıçak keser gibi durdu. Ve vefatından beri hanımı ile çocuklarına illa bir başsağlığı dilemeye gitmek istiyordum, bu nedenle adreslerini araştırıp duruyordum. Çok şükür Allah-u Teala yardım etti, adreslerini buldum. Tevafuken bir akrabanın düğünü için de Ankara Beypazarı'na gitmemiz gerekiyordu o zamanlar. Büyük yeğenim Hamzam altı buçuk aylıktı. Ablam, eniştem, Hamza ve ben o gidişimizde hemen Beypazarı'na geçmedik. Ankara'dan bir taksiye atlayıp adresi sora araştıra bulduk. Taksici amca da çok emin olamadı ama o bölgeye vardığımız zaman apartmanın üzerindeki dev Türk bayrağını ve Muhsin Yazıcıoğlu posterini görünce orası olduğuna emin olduk ve taksiden inip eve çıktık. Evde bizi rahmetlinin hanımı Gülefer Hanım ile kızı Firuze karşıladı. Benim için tarifi imkansız duygulardı. Çocukluğumdan beri adeta kahramanım olmuş bir insanın evindeydim. Bu iki güzel insana başsağlığı dileyip onlarla biraz sohbet ettik. O acılarının içerisinde bizlere ikramda da bulundular sağ olsunlar, çay börek vs...

O sırada Hamza'nın altını değiştirme mecburiyetimiz doğdu ve bu olay ile ablamla beni etkileyen unutamadığımız bir hatıra yaşandı. Öncelikle şunu arz edeyim, bundan bir süre önce bir tanıdığımızın evine ziyarete gittiğimizde Hamza'nın altını değiştireceğimiz zaman bizim ne kadar dikkatli olacağımızı bilen bir insan olduğu halde bu tanıdık bir anda 'aman altına bir şey serin, dikkat edin, halıma bir şey olmasın' demişti ve bu tavrına gerçekten çok şaşırmış, üzülmüş ve kırılmış idik. Biz zaten gerekli her tür tedbiri alan ve ev sahibini bu anlamda rahatsız etmeyen insanlardık. Tanıdığımız da bunu bilmesine rağmen nedense böyle bir şey yapmıştı o gün. Muhsin Amca'nın evinde ise ablam çocuğun altını değiştirmek için salonun diğer tarafına geçti. Rahmetlinin kızı bir anda tek kişilik çok güzel ve geniş bir koltuğu ablamın bulunduğu yere doğru iteklemeye başladı. Biz tabi ne olduğunu anlayamadık. Şu koltuğun üzerinde rahatça değiştirin, çocuk rahat etsin, yere koyulur mu hiç deyip koltuğu gösterdi! Bizim hassasiyetimizi bildiği halde halıya dikkat edin diyen tanıdığımıza bakın, bir de hiç tanımadığı, halktan bir insana evinin en özel koltuğunu verip çocuk rahat etsin altını burada değiştirin diyen bu insanlara bakın! Öyle baba böyle evlat yetiştiriyor demek ki... Bu insanlar gerçekten gönülsüz ve insan sevgisi ile dolu kimseler, Allah hepsinden razı olsun.

Gülefer Hanım ile yaptığımız sohbetlerde kendisine daha önceden duyduğum birkaç şeyi sordum ben böyle duydum ama acaba doğru mu diye. O da 'bunları nereden duydunuz, gerçekten de söylediğiniz gibi hepsi ' dedi. Bir tanesini aktarayım size. Muhsin amca rahmetli hiçbir şekilde abdestsiz olarak yere ayak basmazmış. Dedeleri hep müderris imiş ve namazına da çok dikkat edermiş. Bu arada Gülefer hanım da bize rahmetli ile olan bir hatırasını anlattı. Bir gün rahmetlinin hapishane döneminde yaşadığı işkenceleri yazdığı günlüğünü bulmuş. Bu günlükten iki sayfa okumuş ve daha fazla dayanamayarak kapatmış, bir daha da hiç açmamış. Dedi ki Gülefer hanım "Kendisine sordum. Ben bunları okurken dayanamadım, kanım dondu. Sen bu işkencelere nasıl dayandın, bu kadar şeyi nasıl yaşadın?" dedim. Rahmetli Muhsin amca şöyle cevaplamış "Onlar bana işkenceye başladıkları zaman ben de içimden Allah Allah diye zikir yapmaya başlıyordum ve o işkencelerin acısını hissetmiyordum bile." İşte buna iman kuvveti denir. Şimdi bu insan gönül insanı değil de nedir...

Rahmetlinin Taceddin Dergahı'na defnedilmesi de çok akıllıca bir girişim oldu bence. Ankara'nın daha önce benim için pek güzel hatıraları yoktu. Vefatından önce Taceddin Dergahı'na gitmek de hiç kısmet olmamıştı açıkçası. Fakat oraya gidince gördüm ki orası sanki Ankara'dan başka bir yer. Ayrı bir maneviyat, farklı bir huzur var orada... Şimdi ne zaman Ankara'ya gitsek yahut yakınlarından geçsek, mümkün mertebe direksiyonu kırıp rahmetliyi ziyaret ederiz.

Burada bir hatıramı da nakletmek isterim. Okuldan tanıştığım bir arkadaş vardı. Ben o kızcağızı yıllarca Tokatlı zannettim çünkü kendisi öyle demişti. Bir gün bir konuşma arasında Sivaslıyım deyince şaşırdım. Dedim Sen hep Tokatlıyım diyordun, hayrola? Sivaslıyım demekten çekindiği için Tokatlıyım dediğini duyunca gerçekten şaşkınlığım ikiye katlamıştı. Ona "Sivaslıyım demek için yiğido ile aynı memleketten olmanın şerefi dahi yeter" demiştim. Hiç anlayamadım gerçekten o arkadaşı... 

Cenab-ı Hakk Sivas'ın yiğidosuna gani gani rahmet eylesin. Onu yetiştirenlerden de razı olsun. Ve aynen onun gibi Allah, Peygamber, vatan aşkı ile dolu insanların sayısını arttırsın. Amin. 

Yeni bir yazıda görüşmek ümidiyle. Ümit hep vâr olsun.


24 Ekim 2018 Çarşamba

İlk Peçete Dekupaj Çalışmam

Merhaba sevgili blogum :) 

Peçete dekupaj çalışmaları hep ilgimi çekiyordu. Görmek istemediğiniz yahut görmekten sıkıldığınız yüzeyleri seveceğiniz desenlere bezemenin kolay yolu. Yapması da bir hayli keyifli. Hal böyle olunca peçete dekupajı için gerekli malzemeleri edinip kolları sıvadım. Öncelikle ablam bizim sıvı sabunluğa dekupaj yaparken onu izledim. Ardından internetten dekupaj adımlarına baktım. Ve sonra ilk çalışmamı yaptım. İşte sonuç:



Dekupaj için gerekli malzemeler transfer yapılacak bir yüzey, seçtiğiniz desende bir peçete, akrilik ahşap boyası, transfer tutkalı, su bazlı parlak vernik ve fırça. Ben 25 numaralı fırça kullandım. Fırçanın yumuşak olması olumlu bir özellik. Alırken buna dikkat ederseniz iyi olur. 


Ve işte kutunun ilk hali. 

Dekupaj şöyle uygulanıyor:
Öncelikle seçtiğiniz renkteki boya ile transfer yapacağınız cismi boyuyorsunuz. Fakat seçtiğiniz renge göre ve kutudaki desene göre birkaç kat yapmanız gerekebilir. Ben beyaz boya kullandım ve bu çay kutusu tek katla tabi ki kapanmadı. Mecburen her katın kurumasını bekledikten sonra bir kat daha boyayarak birkaç kez bu işlemi tekrarladım. Daha sonra boyanın tamamen kurumasını beklemeniz gerekiyor. Bu esnada peçetenin transfer edilecek katını yani desenleri bulunan en üst katını nazikçe ayırın. Çok ince oluyor peçete katları. O yüzden dikkatli bir şekilde ayırın ki yırtılmasın. Boya tamamen kuruduktan sonra yüzeye bir kat tutkal sürüp ayırdığınız peçeteyi çok dikkatli bir şekilde yapıştırın. Bu işlemi yaparken hava kabarcığı kalmaması için dikkat etmeniz gerekiyor. Yapıştırmak üzere peçeteyi elinizle yüzeye koyduktan sonra fırçanızla da üzerinden tutkalla geçeceksiniz. Güzelce yapıştığından emin olduktan sonra kuruması için tekrar bir kenara koyun. Tabii bu aradaki her işlemde fırçanızı hemen yıkamanız gerekiyor. Çünkü boya olsun tutkal olsun fırçada donabilir. Ben dekupaj yaparken yanıma küçük bir kapla su alıyorum ve işi biten fırçayı hemen onun içine koyuyorum. Ortalığı toparladıktan ve kabımı kurumaya bıraktıktan sonra gidip fırçayı güzelce yıkıyorum. Bu şekilde fırçamda hiçbir sorun olmadan uzun zaman kullanabiliyorum. Yapıştırdığınız peçetenin tutkalının da tamamen kuruduğundan emin olduktan sonra üzerine bir kat parlak vernik sürüp bu kez de onun kurmasını bekleyeceksiniz. O da kuruduktan sonra işlem tamam. Artık kutunuzu ya da transfer yaptığınız cismi iyi günlerde kullanmak kalıyor geriye :) Ve işte sonuç:


Testi görünümündeki bu bardağımı ise Konyamızın meşhur Sille'sinden aldım. Bu taraflara yolunuz düşerse Sille'yi gezmeden sakın ayrılmayın. 
 Yeni bir yazıda görüşmek ümidiyle. Ümit hep vâr olsun. 


22 Ekim 2018 Pazartesi

Oje ile kupa boyama

Merhaba sevgili bloğum :) 
Oje ile kupa boyama gördüğüm zamandan beri aklımda olan bir çalışma idi. Benim gibi bir kupa sevdalısı bunu muhakkak denemeliydi tabii ki. Ancak dışı tamamen beyaz bir kupa bulmak zor oldu açıkçası. Bunun için uzun bir süre beklemem gerekti ve her gittiğim yerde beyaz kupa aradım. 


Neticede buldum. Üstelik içi de en sevdiğim renk olan yeşil :) 


Oje ile kupa boyama için ihtiyacımız olan şeyler fotoğrafta görüldüğü gibi içi su dolu bir kap, dışı beyaz bir kupa, kullanmak istediğiniz renkteki ojeler, para bantı ve ojeleri desen olsun diye sürüklemek için kürdan. Ve tabi küçük kaza ihtimallerine karşı aseton ve pamuk :) 


Benim yaptığım ilk şekil bu idi. Açıkçası eğer çıksa kupanın üzerinde çok hoş durabilirdi ancak fotoğrafta gördüğünüz pembe oje yapı olarak bozulmuş ve kupanın dışına kapladığım zaman son derece kalın, çirkin  asfalt gibi bir şeye dönüştü. Mecburen aseton ile çıkarmak zorunda kaldım. 

Bu ilk denememde kupanın ağız kısmını bant ile kaplamamıştım ve el koordinasyonunu tam sağlayamayınca kupanın iç kısımları da hafif boyandı. Dolayısıyla tüm ojeyi aseton ile çıkarttıktan sonra ilk işim kupanın ağız kısmını para bandı ile aynı seviyede olmasına dikkat ederek kaplamak oldu. Bu konuları güzel gösteren YouTube videoları var. Yapmak istiyorsanız oradan da bakabilirsiniz. 


Ve işte ikinci denemedeki sonuç :) 


Boyama işlemi bittikten sonra kupayı kuruması için bir kağıdın üzerine koydum masayı boyamaması maksadıyla. Tamamen kuruduğundan emin olduktan sonra bandı çıkardım. Gördüğünüz gibi kupanın ağız kısmı beyaz. Çünkü boyamayı yaparken orada bant vardı. Çıkarınca tabii beyaz kaldı. 

Açıkçası keyifli bir işti benim için. Tamamen kuruyup bittikten sonra bulaşık süngerinin yumuşak tarafıyla güzelce yıkayıp kullanmaya başladım. Tabii ki bulaşık makinasına koymuyorum ve süngerin sert tarafını da değdirmiyorum. Sizler de denemek isterseniz şimdiden kolay gelsin. 

Ayrıca son yıllarda (aylar demek isterdim ama maalesef yıllar) bloğumu çok çok ihmal ettiğimin farkındayım. Fakat şimdi geri döndüm ve yorumlarınızla siz de burada olduğunuzu bildirirseniz çok mutlu olurum. 

Bloğumu çok özlemişim :) Burası adeta bir terapi alanı. Hadi gelin bu yazıyı bir Urfa Tutkunu klasiği ile bitirelim:

Yeni bir yazıda görüşmek ümidiyle. Umut hep vâr olsun :)