24 Şubat 2011 Perşembe

ADAM, YALNIZLIK VE DUMAN


Bekâr hayatının nefes donduran soğuk odasına girdi adam. Omuzlarında dünyanın yükü, sırtında hafif bir kambur. Vakit ilerlemişti bir hayli. Yemek yemek gelmedi içinden. Hoş ne zaman geliyordu ki sanki? Yalnızlık... Yalnızlık onu yeyip bitirirken, onda yemek yiyecek hâl mi kalmıştı?

Işığı yakmamıştı. Gecenin zifirinde önce hafif bir çıtırtı duyuldu, adından anlık bir ışıma oldu odada. İşte yine buluşturmuştu dudaklarını yıllardır cebinden ayırmadığı sigarasıyla. Oysa kaç yıldır bırakmak istiyordu şu mereti. Rahmetli anasının sözleri yankılanıyordu zihninde. "Olmuyor be ana, olmuyor işte..." dedi. "Ben istemez miyim buz gibi bir odaya değil de sıcacık bir yuvaya gelmeyi? Ben istemez miyim karanlıkta değil de cıvıldaşan çocukların saçtığı ışıklar arasında oturmayı? Kızma ana. Kim var sigaramdan başka? Kim var şu yalnızlığıma ortak?" dedi. Vicdanını rahatlatma çabasıydı belki de. O da biliyordu kendini kandırdığını. Sigara illetinin yalnızlığa değil, sadece ölüme ortak olduğunu o da biliyordu elbet. Hem zaten demiyor muydu Özdemir Asaf "Yalnızlık paylaşılmaz. Paylaşılsa, adı yalnızlık olmaz." diye. Hakkı vardı şairin.

Şimdi 37'sine merdiven dayamıştı adam. Çok değil, bundan yedi yıl önce; yaşlı bir anası, zihninde yeşerttiği hedefleri ve odasında beslediği küçük bir menekşesi vardı. Düzgün bir işi olamasa da, anasına da kendine de yetecek kadar kazanıyordu. Hem zaten onun gözü parayı da görmüyordu. Huzuru olsun, ideallerine kilitlensin yeterdi. Anası "gözüm açıkken evereyim seni oğul" dedikçe gülümser, "Önce umutlarım yeşerecek ana. Önce umutlarım yeşerecek. hele az daha bekle, sabret." derdi. Kadın beklemesine beklerdi ya evladının gönlü olsun diye, ölüm bekler miydi hiç... Önce anasını, sonra gözü gibi baktığı menekşesini yitirdi. Ardından birer birer söndü umutları. Çok dokunmuştu sevdiklerini kaybetmek ona. Amaçsız bir yaprak gibiydi artık adeta. Ne kimse omuz verdi ona, ne de o kimseye gidip yaslandı. Bir tek yalnızlık vardı şimdi sarılacağı sımsıkı. Bazen kendi kendine "Senin büyük hedeflerin vardı. Bir yelde dağılacak adam mıydın be!" dese de, olmuyordu işte. Olamıyordu...

Mahallelinin kendisine gıyabında "serseri" lakabını yakıştırdığı da gitmişti kulağına. Kim ne derse desindi, serseriydi işte. Var mıydı itirazı olan? O lakabı verenler adam anasını yitirdiğinde nerdelerdi? Adam sarsıldığında-savrulduğunda nerdelerdi? En kolayı suçlamak değil miydi zaten. Olsundu. Ne derlerse desinlerdi. O kendi kendine:

_Derler.
_Ne derler?
_Ne derlerse desinler. Kime ne?

diyordu. Haksız da sayılmazdı hani. İnsanı harcamak en kolayıydı. Ama derdine derman olmak, sırtına destek vermek gerektiğinde kimse kalmazdı ortalıkta. Konuşmaya gelince herkes sağ elde baş parmak!

Bir gün gazetelerin üçüncü sayfasına bir haber geçti. Dalgınca yürürken hızla gelen trenin altında kalan "SERSERİ" (!) kılıklı bir adam... Fısıldaşmaya başladı mahalleli yeniden. Sarhoş muydu yoksa? Aaaaa belki de hap almıştı, her şey beklenirdi ondan! Su testisi su yolunda kırılmıştı işte! ........vıdı vıdı vıdı vıdı..... Susmak bilmezlerdi zaten koca ağızları bir açıldı mı! Hiç kimse Allah'a vereceği hesabın ağırlığını düşünmüyor, sigara kokmaktan başka etrafa bir zararı olmayan, kimsenin tavuğuna kışt dememiş bir garibanı alabildiğine yeriyorlardı. Üstelik o teslim-i ruh etmişken. Üstelik onun cevap verecek bir iradesi kalmamışken...

"Size ne ya Hu!" diye haykırmak geldi içinden adamın. İçi geçmiş içinden... "Size ne! Ölmüş gitmişim. Sarhoş isem de hesabı bana, değilsem de! Bunu konuşmak gıybetten öte neye yarar ki? Doğruysa gıybet, yanlışsa iftira. Neden ben yaşarken biriniz olsun yanıma gelip de konuşmadınız? Varsa bir hatam neden uyarmadınız? Neden yapmadınız Yaratan'ın emr-i bil maruf nehy-i anil münker adıyla verdiği görevi? Susun! Gömmeyin kendinizi daha yaşarken, gömmeyin leşlerin içine, susun!!!"...

Adam, yalnızlık ve duman;
İşte sadece bunlardı kayan bir yıldızdan geriye kalan...

24.02.11 / KONYA / 15.24

18 Şubat 2011 Cuma

OSMANLI MİMİ

Kıymetli Kalemin Secdesi güzel bir mim başlatmış. Şimdiye dek gördüğüm en anlamlı ve LÜZUMLU mim bu bence. Mimde beş soru var. İlk dört soru sabit. Beşinci soruyu mimi gönderen kişi kendisi yazacak. Mim kendisine ulaşan kişi, kendisine sorulan 5. soruyu cevaplayacak ve mimi arkadaşlarına gönderirken, 5. soruyu kendi sormak istediği Osmanlı ile alakalı bir soruyla değiştirecek. Bu mimi bana da göndermiş. Cevaplarımı arz edeyim.

1. Kalbinizde ayrı bir yeri bulunan Osmanlı Sultan'ı hangisidir?

Yavuz Sultan Selim Han. Ruhundaki başkaldırıcı yön nedeniyle belki de O'nu çok sevmem. İnandığı davaya ömrünü adamış, yolundan asla dönmemiş. Edebî kişiliği de ayrı bir durum zaten. Şah İsmail'le konuşurken ona cevaben söylediği doğaçlama bir dörtlük vardır, bilirsiniz. Sadece bu dörtlük bile O'nun matematik zekasını ve edebi yönünü ortaya koyuyor.

"Sanma şahım * herkesi sen * sâdıkane * yâr olur,
Herkesi sen * dost mu sandın * belki ol * ağyâr olur,
Sâdıkane * belki ol * bu alemde * dildâr olur,
Yâr olur * ağyâr olur * dildâr olur * serdâr olur."

Yukarıdan aşağıya ve soldan sağa okuduğunuzda aynı dörtlük çıkıyor ortaya.

2. Osmanlı Sultanlarını diğer kral ve idarecilerden ayıran en belirgin özellikler nelerdir?

Öncelikle adaletli davranmaları. Adeta Hazreti Ömer'den öğrenilmiş bir hassasiyetle buna dikkat etmişler. Öyle ki ecnebiler bile zaman zaman kendilerine haber gönderip "Ülkemizdeki zulüm ve haksızlıklardan bıktık. Ne olur burayı fethedip bizi kurtarınız." diye isteklerde bulunmuşlar.

Sonra gölgeleriyle cihanı titretir oldukları halde; makama mansıba önem vermemeleri. Her durumda üstünlüğün takva ile olduğunu bilmeleri. Hatta kendilerine bir görevli tutup her gün "Mağrurlanma Padişahım, senden büyük Allah var" dedirtecek kadar hassas olmaları. Allah hepsine rahmet eylesin.

3. Osmanlı Devleti dendiğinde, aklınıza düşen ilk şey nedir?

Adalet, kesinlikle. Kendi vatanımda yaşadığım / maruz kaldığım / başkalarının yaşadıklarına şahit olduğum onca haksızlıktan sonra bunu düşünmem kaçınılmazdı elbette ki. İnsanların din ve ırka göre ayrılmadığı, torpilin rüşvetin geçmediği, "kapalıysan okuyamazsın" / "açıksan şunu yapamazsın" düşüncelerinin yer almadığı bir atmosferi kim özlemez acaba...

4. Osmanlı Devleti'ndeki bilim/din alimlerinden bir tane örnek vererek, hakkında üç özellik ya da bilgi veriniz.

Bu soruya cevabım hiç şüphesiz mahlâsımı aldığım Koca Sinan olur. Mimar Koca Sinan.

a. Devşirmedir.
b. Kayseri doğumludur.
c. Sabır âbidesidir. Yapacağı binanın temeline kireç döküp pişmesi için yedi sene bekleyen, yedi sene sonra bu temel pişmiştir diye işine başlayıp inşa eden Muhterem ve Muhteşem Şahıs. En ufak bir sarsıntıda dün yapılan binalar kül ufak olduğu halde ,Koca Sinan'ın eserlerinin dimdik kalmasının sırlarından biri de hiç şüphesiz sabırdır.

5. "İstanbul'un manevi fatihi olarak da anılan Osmanlı alimi ve velisi kimdir?" diye sormuş Kalemin Secdesi. Cevap: Akşemseddin Hazretleri. Bolu Göynük'te medfundur. İmkanınız varsa gidin ziyaret edin derim. Çok huzurlu bir ortam. Ve benim beşinci sorum:

Hicaz Demir Yolları'nı kurduran ve "RasulUllah'ın bulunduğu yerlerde ses çıkartmak edebe aykırıdır" düşüncesiyle tüm raylara keçe döşeten cennetmekân Sultan kimdir?

Bu mimi şu arkadaşlarıma gönderiyorum, cevaplarlarsa çok sevinirim:

* Hilal'in El Emeği
* Muhterem'le Afiyetle
* Cafe Pepela
* Mintinin Mutfağı

17 Şubat 2011 Perşembe

ZEHRE


Ey Zehre,

Görmedim ömr-ü hayatımda senden güzel çehre. Aynalara sorarsan sana çirkin diyorlarmış öyle mi? İnanma onlara, beni dinle. Sen ki koca dünyanın yükü altında ezilmiş omuzlarıma cansın. Sen ki yokluğunda gönlüme düşen en büyük hicransın. Kapadım kendimi dört duvarın ardına. Ne gördüğüm bir yüz var, ne duyduğum bir ses. İstemem yalancı yüzleri. Bir tek sen gel zindanıma, bir tek sen hangi yönden istersen ordan es.

Arzda kim varsa yabancı bana. Ve kilitli kapılarım tüm yabancılara. Gönlümün kapısını ardına dek aralamışım; yalnız sana. Tarifi imkansızdır rayihanın. Sen hangi bağda yetiştin, hangi sularla sulandın? Salınarak geçişin yok mu hanemden, işte o an kaplar etrafı emsalsiz bir huzur. Duvarlarımdan damlayan rutubet derhal son bulur.

Dilime sus dedim, söz dinledi. Elime sus dedim, söz dinledi. Lakin gönlüme sus dedim, öz dinlemedi. İşte ondandır bu feryad-ü figanım. Gönlümün volkanları patlamış. Berikalar etrafa yayılmakta. Kimse tutmaz elimden, dokunan kül olmakta...Dünya hodgam, dünya hodendiş. Bir sen varsın diğergam, Zehrem imdada yetiş...

Derunumda yeşermen Makam-ı Mustafa'ya hürmetindendir,
Sohbetinin lezzeti Cenab-ı Zül Celal'e kurbetindendir,
Gözümdeki şu yaşlar gönlümün sana olan gurbetindendir,
Hasretin güzelliği ansız gelen vuslatın şerbetindendir.

9 Şubat 2011 Çarşamba

KIYMETLİ-KONUK YAZARLIK

Geçtiğimiz günlerde sizlere Kalemin Secdesi'ni tanıtmıştım. Yeni bir etkinlik başlatıyor ve bloğunda her hafta bir konuk yazar ağırlamak istiyormuş. Bloğunun ilk izleyicisi olmam münasebetiyle benden de bir yazı rica etti. Kalemim döndüğünce yazmaya çalıştım. Eğer sizler de Kalemin Secdesi bloğunda konuk yazar olmak isterseniz kaleminsecdesi@gmail.com adresine e-posta göndermeniz yeterli. İşte Urfa Tutkunu'nun yazısı:


##
Kıymetli…
Ne güzel bir kelime bu değil mi? Düşünüyorum da eskiden çok kullanılırdı:

“Kıymetli seyirciler”
“Kıymetli konuklar” …

Şimdilerde kıymet bilmezler sardı her yanı. O sebeple konuşmalarımız da değişti. “Kıymetli”, yerini büyük ölçüde “Sevgili”ye bıraktı:

“Sevgili seyirciler”
“Sevgili konuklar”

Ne zaman değiştik bu kadar? Ne zaman yitirdik bazı değerleri? Kıymet, şu asırda öyle farklı bir kıymet ifade ediyor ki… Zira muhatapları pek bir azaldı. En umulmayan kişilerin baş tacı edildiği, pohpohlandığı, göklere çıkartıldığı bir zamanda yaşıyoruz. Baş tacı edilmeyi hak edenlerinse fark edilmediği, bir köşede sessizce eriyip gittiği bir tuhaf zaman… Oysa bizim Dinimizde durumlar farklı değil miydi? Bize insanı sırf insan olduğu için sevmek öğretilmemiş miydi? Farklı olanları bile sırf insandır diye sevmek ve kıymetlerinin farkında olmak…


Bu zamanda kıymet ne yazık ki gerçek anlamını yitirmiş birçok zihinde. Güzellik, kilo, saç ve göz rengi, makam, para, şöhret gibi olgular kıymet ölçeği olarak kullanılmakta. Oysa bu işin gerçeği edep, güzel ahlak, ilim sahibi olmak, takvalı olmak gibi ölçütler değil miydi? Bu kıstaslara uymayanlar “kıymetsizdir” demek istemiyorum elbette. Umarım ifade etmek istediğim manayı yansıtabiliyorumdur. Ancak son yıllarda toplum olarak sürekli “bu gidişimiz nereye / ortalık çok bozuldu / gençlerde saygı-edep kalmadı” gibi cümleler kuruyoruz. Bunun suçlusu kim sizce? Durup dururken böyle olmadık ya! Kıymetlilerin kıymeti anlaşılmazken ve daha farklı durumdakiler baş tacı edilirken bu sonuç kaçınılmazdı hiç şüphesiz.

“Edep” yitik malı olmuş vaktin. “Edepsizlik” bilhassa televizyonlarda kol gezmekte. Ve yavaş yavaş girmekte körpe dimağlara. “Edepliler” ‘neden böyle oluyor? diye düşünedursun, atı alan Üsküdarı geçiyor bile…

Devamı için lütfen buraya tıklayınız. Hepinize sevgilerimle.


8 Şubat 2011 Salı

"GÖĞSÜM DARALIYOR, YÜREĞİM YANIYOR"


Canım Urfam,

485 gün olmuş dünya gözüyle Sen'i görmeyeli. Sıcak-soğuk, sevinçli-hüzünlü, umutlu-karamsar koskoca 485 gün... Nasıl dayandın deyisense, vallah epey zor oldu.

Hangi kelimeler yetebilir ki Sana olan hasretimi anlatmaya? Hangi cümlelere sığar yüreğimin içindeki yangın? Bir yılı geçmiş ben Sana doğan güneşi görmeyeli. Bir yılı geçmiş gün doğuşunu Sen'le izlemeyeli. Ne çok şeye özlem duyuyorum bir bilsen... Sende uyanmayı, Halepli Bahçe'de kahvaltı etmeyi, Kal'adan Dergah'a bakmayı, Halil Rahman'da namaz kılmayı, parkta Tarsus çöreği yemeyi, Kadir Usta'nın nefis ciğerini, Harran'ın güneşinde kavrulmayı, Akçakale yollarında hayaller kurmayı, sınırdan Suriye'ye bakmayı, Hilvan'da gardaşımın evine konuk olmayı, Halfeti'den Fırat'a bakmayı, Birecik'te köprünün seyrine dalmayı, Mirkelam'da sabahlamayı, çarşılarında dolanmayı, Sakıbın Köşkü'nden başlayıp tüm taş konaklarında dolaşmayı, mezarlıklarında huzur bulmayı, Bahattin Ağabey'in çiğ köftesini, Muhammed Ağabey'in sohbetini, Hızmalı Köprü'den geçmeyi, hatta Karakoyun Deresi'nin o pis akıntısına bakmayı, taşını, toprağını, kokunu özledim be Gülüm. Kim bilir ne zaman diner hasretim? Kim bilir ne zaman gelirim Siye? Ah benim Göz Nurum, Aydınlığım. Canımın içinde duran biricik maralım. Gönlümün pusunu, gözümün yaşını Sen'le silmeyi özlemişim. Birecik sınırından ayak basarken toprağına, sevince; Birecik sınırından ayrılırken gama boğulmayı özlemişim. Acep Sen de beni özlemiş misin Gülüm?

Bir gün kocaman bir sürpriz çıksa karşıma. Elimde bir uçak bileti buluversem ansızın. Gözümü yumsam, açınca Sen'i görsem. Konuşsak, halleşsek. İki sevdalı yürek dertleşsek. Ben tuzsuz yeme derdinden kurtulmuş olsam. Dokunur mu diye korkmadan balcan kebabı yerken, ayranımı yudumlasam. Benimki de hayal işte. Kim bilir, belki Sana olan hasretimi okuyanlardan biri gönül telini titreterek dua eder de çabucak kavuşuruz hayırlısıyla. Olur mu dersin Gülüm?...


2 Şubat 2011 Çarşamba

KALEMİN SECDESİ


Siz hiç kalemin de secde ettiğini, ve bu secdenin cümlenin sonundaki nokta olduğunu duydunuz mu? Ben bugün duydum. Çok ilginç/güzel ve düşündürücü geldi bana. Kalemin secdesi... İnsan bu tamlamanın üzerine yapacağı tefekkürle sayfalar dolusu yazı yazabilir.

Bu sabah yeni bir blog keşfettim. Henüz sadece beş yazısı var. Özellikle son iki yazısı olan "Ya" ve "Sıradaki" çok güzeldi. Düşündüm ki bu taze bloğu arkadaşlarımla da paylaşmalıyım. Ben izlemeye aldım bile. Eğer sizler de istifade etmek isterseniz işte adresi:

http://kaleminsecdesi.blogspot.com

Kalemlerimizin hep hayra, iyiliğe yol alması ve Tek Gerçek Dost'a secde etmesi ümidiyle...

NOT: Babamın durumu elhamdülİllah daha iyi. Arayan soran e-posta gönderen dua eden tüm arkadaşlarıma çok teşekkür ediyorum. Umuyorum ki dualarınızla kısa zamanda çok daha iyi olacaktır.