29 Aralık 2010 Çarşamba

İki Güzel Firmaya Teşekkür



Merhaba Arkadaşlar,

Bir tüketici olarak en sevdiğim durum, fikirlerimin önemsendiğini görmek. Bugün sizlere bunu yapan iki güzel firmadan bahsetmek istiyorum. Seha Yapı ve Afia Gıda.

Cahide Abla ile uzun süredir krem şanti içeriklerini araştırmaya çalışıyorduk. Bu süreçte pek çok firmaya mail ve telefon yoluyla ulaştım. Benim iletişime geçtiklerim büyük ve orta ölçekli firmalardı hep, hani şu isimleri en bilinenlerden =) Ama e-postama cevap vermeyenleri mi ararsınız, telefonuma geri dönüş yapmayanları mı? Yoksa "Kusura bakmayın ISO denetimimiz var, çok yoğunuz. Onu atlatınca size cevap yazacağız" deyip de üstünden aylar geçenleri mi=) Hani ISO'cu olmasam bilmeyeceğim bir denetimin ne kadar süreceğini. İşte bunlar gibi pek çok ilginçlik karşısında şaşırırken, dün nihayet bu konuyla ilgili güzel bir haber aldım. Helal gıda ürettiğini söyleyen ve bunu çeşitli yollarla belgeleyen Afia Gıda'dan daha önce bahsetmiştim. Aylar önce kendilerine e-posta gönderip, bir tüketici olarak krem şanti üretmelerini istediğimizi yazmıştım. Siteye üye olduğum için her tür yeniliği bildiren e-postalar alıyorum. Dün firmadan aldığım bir mailde krem şantinin satışa çıktığı yazıyordu =) Bunda benim müşteri talebim ne derece etkili oldu bilinmez ama netice olarak müşteri isteğinin yerine getirilmiş olması çok güzel.

İkinci teşekkürüm ise Seha Yapı firmasına. Ablamlar Konyamız'da yükselişini sürdüren bu kurumun yaptığı evlerden bir tane alıp ona taşınmışlardı, bir yılı geçiyor. Seha Yapı'nın çalışma stilinden ve yaptığı evlerden memnun kaldık. Ancak gördüğümüz bir kaç olumsuzluk vardı. Evde kullanılan malzemelere, bahçe düzenlemesine vs... yönelik. Firmaya bir sonraki projelerinde bu konulara dikkat etmelerini bildirir bir e-posta gönderdim ve önerilerimi sıraladım. Bir kaç saat sonra firmanın Kurumsal Pazarlama Müdürü'nden bir cevap geldi. Önerilerimin değerlendirilmek üzere gerekli mercilere iletildiğini bildiriyor ve teşekkür ediyordu. Bundan birkaç gün sonra da işyerime Kurumsal Pazarlama Müdürü'nün bizzat kendisi geldi =) Ajanda, takvim, kalem gibi şeylerden oluşan şirin bir hediye paketi ile teşekkür ziyaretine gelmiş. O kadar memnun oldum ki. "Evlerimizi kullananlar hanımlar olduğu için onların önerileri bizim için çok mühim. Hepsini inceleyip değerlendiriyoruz." dedi. "Paramı aldım işim bitti" mantığıyla değil, "müşteri önerisi bizim için bir ışıktır" yaklaşımıyla çalışan bu güzel firmöaya hayranlığım bir kat daha arttı.

Yazımda bahsi geçen her iki firmaya da teşekkür ediyor, başarılarının devamını diliyorum. Sizlere de acizane bir önerim var. "Benim fikrimden ne olacak ki, zaten kimse önemsemez" demeyin. İçinizden geçenleri paylaşmaktan çekinmeyin. Bırakın hizmet aldığınız firmaları sizin fikirleriniz yönlendirsin. Hepinize sevgilerimle.

27 Aralık 2010 Pazartesi

Evimizdeki Lezzetler Sürprizi :)


Merhaba Arkadaşlar,

Havaların durumundan olsa gerek tam iyileşemeden yeniden şifayı kaptım :) Bu sebeple bloğumla da sizlerle de pek ilgilenemedim. Cumartesi günü iş çıkışı yapacağım her şeyi iptal edip (Allah'tan verilmiş bir sözüm yoktu) bir an evvel eve varmak ve dinlenmek istedim. Gider gitmez uzandım zaten. Bir süre sonra telefon çaldı. Yerimden kalkmaya dahi halim olmadığı için babam açtı. Arayan kargocuydu. Evimizi bulamamış, yol soruyordu. Babam tarif etti ve bahçeye inip kargocuyu buldu :) Paket bana geliyordu. Neydi acaba? Şaşırmıştım doğrusu. Heyecanla açtım ve Evimizdeki Lezzetler ekibinden Mihribancığım'ın bana hoş bir sürpriz yaptığını gördüm. Hiç beklemediğim anda üstelik hastalıktan fena olmuş bir halde yatarken aldığım bu sürpriz bana hem sevinç hem de moral oldu. Mihribancığım'a çok teşekkür ediyorum ve blog dünyasına girip birbirinden kıymetli insanlar tanımama izin verdiği için Allah'a hamd ediyorum.

Ve hasret kalanlar için bir müjde, Mihriban bugün evine dönüyor inşaAllah. Tahmin ediyorum yol yorgunluğunu attığında yeniden bizlerle olacaktır.

Hepinizi seviyorum sevgili arkadaşlarım. İyi ki varsınız...



17 Aralık 2010 Cuma

ŞEB-İ ARUS (HAZRETİ PİR'İN ANISINA)


Hoş geldin Hazreti Pir, şehrimize hoş geldin,
Işık saçtın etrafa, hanemize hoş geldin!

Yıllarca Sen bu şehri ve onda insanları,
İrşat ettin de sonra Sen’ i dünya tanıdı.

Asırlar evvel bu gün, Sen’ i yolcu eyledik,
Aşkından tutuştuğun Rabb’ e gönderiverdik.

Tasa etme Sen Pirim, ardından ağlamadık,
İsteklerini bizzat yerinde uyguladık.

Bildik ki o gün Sen’ in düğün ettiğin gündü,
Ah vaha bulanmadık, sözün ruhta düğümdü.

Yine geldi bir yeni Şeb-i Arus gecesi,
Anarız Sen’i Pirim, tüm dünya yine geldi.

Sen öyle sıcaktın ki, her milleti ısıttın,
Vefatında da sürer saçtığın o ışığın.

Her milletten insanlar Konyamız’ a doluştu,
Sen’ i anmak için ki yüreklerimiz coştu.

Ne büyük bir değersin, çok şükür ki burdasın,
Sıkışan ruhlarımız nurunla aydınlansın!

Sana olan sevgimiz anlatmakla bitemez,
Başımızın tacısın, kimseler indiremez.

Ne olur bu biçare Konyalı’ yı unutma,
Şefaat et Ey Pirim, sakın beni bırakma.

Dua et ki olalım Sana layık torunlar,
Ayrılmadık dünyada, ahrette de bizi sar!

17.12.07 / KONYA / 10.31

Kocasinan

16 Aralık 2010 Perşembe

YİNE AŞURE, YİNE KERBELÂ

Merhaba Arkadaşlar,

Bugün Muharrem'in 10'u. Yani Aşure Günü. Yani hem pek mübarek durumların olduğuna sevindiğimiz (Hazreti Adem ve Hazreti Havva'nın dualarının kabul edilişi gibi) hem de Kerbelâ olayından dolayı parelendiğimiz bir gün. Cenab-ı Hak cümlemizi bu günden hakkıyla istifade edenlerden eylesin. Bu özel günde ben de dualarınıza talibim.

Kerbelâ olayı için “ciğersûz hadise” denir. Hakikaten de öyle değil midir? Hangimizin ciğeri yanmaz ki Hazreti Hüseyin deyince? Hangimizin gözleri dolmaz ki Kerbelâ deyince?

Bu olay bize çok dersler vermektedir. Örneğin bir alimden bir zalim sözünü doğrulamaktadır. Hazreti Muaviye, Efendimiz’in (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) “her biri yıldızlar gibidir” diye adlandırdığı Sahabîlerinden birisidir. Ve oğlu Yezid’i, “başa geçince şu dört kişiyi sakın sana biat için zorlama” diye uyarmıştır. O dört kişiden birisi de Hazreti Hüseyin’dir. Ancak Yezid baba sözü dinlememiş, yemeden içmeden ilk iş bu dört kişiyle uğraşmıştır. Şimdiye kadar çok dinledim Kerbelâ olayını. Ancak geçen gün dinlediğim kadar muhteşemini hiç bir yerde duymamıştım. Olayın görüntüsünü bırakıp, hadisenin özüne inmiş. Her perşembe akşamı saat 20.00 gibi Hilal TV’de yayınlanan Suffa Mektebi adlı bir program var. Bu programın eski bölümleri de internetten izlenebiliyor (youtube,vs…). Ablam oradan Kerbelâ sohbetini açtı, beraber dinledik. Şimdiye kadar Kerbelâ’yı hiç böyle güzel anlamamıştım. Kesinlikle herkese tavsiye ederim o sohbeti bulup dinlemelerini. Meğer ne derinlikleri, ne geçmişi varmış bu olayın… Hatta Cahide Abla sağolsun bununla ilgili bir link eklemiş. İsterseniz aramayın, direkt buradan açın.

Bir de Canım Urfam’ın başarılı grubu Grup Dergah var. Onların seslendirdiği Kerbelâ İlahisini/ağıdını da dinlemenizi tavsiye ederim. İnsanın yüreğini söküp atıyor sanki o sözler…

Cenab-ı Hak rahmet eylesin Hazreti Hüseyinimiz’e ve diğer şehitlere. Bizleri de şefaatlerine nail etsin. Aminn.

13 Aralık 2010 Pazartesi

CİVCİV


Siz hiç korkutulmuş bir civciv gördünüz mü?
Ben gördüm,
Bahçede ardı sıra koşan bir kedinin elinden,
Ödü patlar civcivin, kurtulayım derken.
Kanama geçirir önce, şişer gider vücudu,
Titremektedir mütemadiyen, atamaz bir türlü korkuyu.
Çok geçmez, göçüp gider öte dünyaya,
Kedi muvaffak değildir ama yine de göçmüştür civciv bekaya.

O da böyleydi işte,
Ürkek bir civciv gibi çırpınıyordu minik kalbi,
“Ya insanları incitirsem”di bütün derdi,
Biliyordu ki dünya sonsuz değildi,
İncitirse nasıl, nasıl hesap verirdi?
Düşündükçe karardı günleri geceleri,
Öyle bir hal almıştı ki, adeta Sırat’ta gezinmekteydi,
İşte incitmekten korkan o ürkek civciv,
Her zaman incitilmeyi seçti,
“Olsun” dedi, “Ben yanarım”
“Yeter ki kırılmasın benim yüzümden kimsenin kalbi”.

Ah be ürkek yürekli,
Kaldı mı bu zamanda senin gibisi?
Ne kadar da ince eliyorsun böyle her şeyi,
Vazgeç,
Ne kendini daralt ne onu ez geç,
Sadece,
Sadece masumca yaşamayı seç,
Ama bunu yaparken,
Kendine de kalma geç…

13.12.10 / KONYA / 15.29

KOCASİNAN

12 Aralık 2010 Pazar

URFA TUTKUNU URFA'SINA GİDEMEZSE

Merhaba Arkadaşlar,

Her yıl ailemle yaptığımız Urfa seyahatlerine bu sene rahatsızlığım sebebiyle ara verdik mecburen. Bu durum benim için elbette ki çok zor oldu ama elden ne gelir. Burnumda tüttü Canım Urfam.

Bu özlemimden sonra dün Cenab-ı Hak bana çok güzel bir hediye verdi. Urfa Tutkunu Urfa'sına gidemezse, ona Urfa'dan iki misafir gelir ve az da olsa hasret giderir. Urfa'yı Neden Seviyorum adlı yazımı okuyanlar, Birecik 'in benim için çok özel olduğunu bilirler. Çünkü Birecik, Canım Urfam'a gözlerimi açtığım/adımımı attığım yerdir. Seyrine doyamadığım tarihi Birecik Köprüsü, yok olmaya yüz tutmuş kelaynak kuşları, bir türlü çıkmaya muvaffak olamadığım Birecik Kalesi ve anlatamadığım daha pek çok yönüyle gönlümde ayrı bir yeri vardır bu güzel ilçemizin.

Ben bu sene Urfam'a yine Birecik'ten giriş yapamadım ama, Allah bana Birecik'ten misafir gönderdi =) Cahide Abla'nın bloğundaki iki yazıdan dolayı tanıdık Zehra Teyze'yi. Aslında yaşlı değil ama ben teyze dedim =) Bende Urfa tutkusu onda da Urfalılık olunca, biz kendisi ile özelden de tanışmıştık. Dün ise çocuğunun işi için Konyamız'a gelmeleri gerekmiş. Buraya kadar gelmişken görüşüp hasbihal edelim istedik. Hazreti Mevlânâmız'da buluşacaktık onların vakitleri az olduğu için. Ama sonra burada bir kar kıyamet başladı ki, o soğukta dışarda buluşmak ne mümkün! Sağolsun Zehra Teyze bana kıyamadı, soğukta dışarı çıkmamı istemedi. Bize geldi. Oturduk, sohbet ettik. Çok hoş vakit geçirdik. Gelirken eli boş gelmemiş. Kendi elleriyle yaptığı o enfes isottan ve ince bir düşünce ile içine makası da koyulmuş fıstıktan getirmiş, sağolsun. Mahcup etti bizleri. Sonra Zehra Teyze'nin işini bitiren oğlu da geldi. Biraz daha oturup müsade aldılar. Annem, babam ve ben bu tanışmadan çok memnun kaldık.

Elhamdülİllah evime Urfa toprağından gelen iki kişinin ayağı değdi. Bu yıl gidemedim ama bu kadarına da şükür. Bu da olmayabilirdi. Zehra Teyze ile tanıştığım için çok mutluyum. Ve bana taaaaa Birecik'ten misafir gönderip evimizi bereketlendiren/şenlendiren Cenab-ı Hakk'a da sonsuz hamd olsun.

Yeni bir yazıda görüşmek dileğiyle. Umut hep vâr olsun.

8 Aralık 2010 Çarşamba

HABERSİZ GİDENLER...

Uzun zamandır yazmak istiyorum bu yazıyı. Ama hep erteliyorum kendimi. Bile bile, "yazma" diye diye... Belki bir patlama anındayım. Belki içimi döküp rahatlamak istiyorum şimdi...

Neden habersiz gider ki bazıları? Hiç bir sebep yokken neden sessizce kayboluverirler? Bunu yaparken kul hakkına girdikleri hiç gelmez mi akıllarına? Sürekli görüştüğünüz bir arkadaşınızdır. Belki okuldan, belki blogdan, belki çevrenizden. Ya da bir tanıdığınızdır. Ortada ne bir sorun ne de bir sebep vardır. Bir gün aniden kaybolur, gider. Üstelik giderken bir "Allah'a ısmarladık" demeyi bile çok görmüştür. Düşünür durursunuz. Konduramazsınız önce. Yok canım, gitmemiştir. Gelecektir aslında. Ha bugün, ha yarın. Bütün iyi niyetinizi koyup heybenize, beklersiniz döneceği-tekrar ses edeceği günü. Ama ne gelen vardır ne giden. Sonra yine bir iyi niyetle "belki de hastadır. dur bakalım. vardır bir sebebi muhakkak" dersiniz. Başına bir iş mi geldi ki diye de merak etmektesinizdir. E-posta yollarsınız. SMS atarsınız. Varsa web sitesine yorum bırakıp "nasılsın-nerelerdesin" diye sorarsınız ama nafile. Hiç birine cevap gelmez. Sonra bir gün, giden sessiz tayyarenin blog şablonu değişir. Bir başka gün eskiden yazdığınız bir yorumu onaylar. Bunlardan anlarsınız ki o burada. Ölmemiş. Gitmemiş. Başına bir iş gelmemiş. Ama "nasılsın" yazan yorum onaylanmamıştır. Alay mı ediyordur acaba sizinle?

Diyelim ki çok kötü birisiniz. Diyelim ki ona çok kötü bişey yaptınız. Diyelim ki gitmekte gerçekten haklı. Ama bence en kötü insan bile bir hoşçakal'ı hak eder. Hiç bir zaman anlayamadım insanların neden sessiz sedasız ortadan kaybolduklarını. Geride kalanı ne halde bıraktıklarını hiç mi düşünmezler? Bu kul hakkına göz göre göre, gönül el vere vere nasıl girerler? Düşünür durursunuz artık "acaba ne yaptım" "acaba bişey mi yaptım" "acaba suçum ne" vs vs...

Herkesin bir imtihanı var işte. Benimki de budur belki. Aslında eskiden (yani hastalığımdan önce) ciddi anlamda takar ve gece gündüz düşünürdüm ne yaptım ki diye. Neden böyle oldu ki diye. "Yaptım" derken, bazen de genel anlamda gidişler oluyor aslında. Bir rüzgar gibi esen bir blogcu arkadaş aniden ortadan kaybolup, kendisini seven tüm bloggerları merakta bırakıyor mesela. Ne anlıyorlar ki böyle yapmaktan? Ben bunu hiç anlayamadım. Umarım da anlayamam. Çünkü bunu anladığım gün, onlara hak verdim demektir. Ki kul hakkına hak vermek istemem asla.

Neyse işte. Eskiden gerçekten çok takıyordum bu meseleyi. Şimdi ise sadece anlayamıyorum. Yazımı okuyup da "takmadığın halin buysa" dediğinizi duyar gibiyim =) Ama gerçekten öyle. O insanların birisinden sessizce gittiklerinden çok, bunu kendilerine yaptıkları için üzülüyorum. Çünkü er ya da geç anlayacaklar hatalarını. Ve belki o gün her şey için çok geç olacak. Hâsıl-ı kelâm; siz siz olun, sakın kimseden habersiz gitmeyin...

6 Aralık 2010 Pazartesi

Sevilen Blog Ödülü

Hayırlı sabahlar Arkadaşlar,

Daha önce Kemalpaşa Tatlısı Mine Abla'dan aldığım sevilen blog ödülünü bu kez de sevgili İç Ses vermiş. Aslında 28 Kasım'da vermiş ama bir haftadır raporlu yatıyordum evde. Bayramda şifayı kapmışım =) Düzelemeyince doktorum antibiyotik ve istirahat vermişti. O nedenle ancak bu gün yayınlayabildim. Sevgili İç Ses'e çok teşekkür ediyorum beni bu ödüle layık gördüğü için. Ben de kabul ederseniz hepinize yolluyorum bu güzel ödülü.

Sevgilerimle.

26 Kasım 2010 Cuma

ŞAİR NÂBİ' DEKİ PEYGAMBER SEVGİSİ


Hayırlı cumalar Arkadaşlar,

"Nazargâh-ı ilâhidir Makâm-ı Mustafa’dır bu" desem, hemen Şair Nâbi'yi hatırlarsınız öyle değil mi? Peki sevgili şairimizin Urfalı olduğunu biliyor muydunuz? Ben öğrendiğimde sevinçten dört köşe olmuştum =) Elbette mühim olan nereli olduğu değil nasıl bir Müslüman olduğu. Ama biliyorsunuz artık; bendeki Urfa tutkusu buna sevinmem için çok geçerli bir sebep =)

Bugün sizlerle Diyanet'in web sayfasında okuduğum bir yazıyı paylaşmak istiyorum. Yazıda Şair Nâbi' nin Efendimiz Sallallahu Aleyhi Ve Sellem'e olan sevgisi anlatılıyor. Ve yukarıda bir mısrasını verdiğim Naat'ının da hikayesi yazıyor. İşte yazıyı alıntıladığım adres:

http://www.diyanet.gov.tr/turkish/dy/Diyanet-Isleri-Baskanligi-Duyuru-7585.aspx

Ve işte yazı:


Şair Nâbi’de Hz. Peygamber Sevgisi
Tarih: 12.10.2010

1642 yılında Şanlı Urfa’da doğan Nâbi, Divan şairlerimiz arasında kendine özgü bir tarzın sahibi bir şair olarak dikkat çeker. Onun şiiri “hikemi” bir şiirdir. Bu yüzden Nâbi şiiri denilince akla çağdaşlarına göre daha yalın bir dille yazılmış, öğretici vasfı bulunan bir şiir gelir. Nâbi’nin böyle bir tarzın sahibi olması, devriyle de alakalı bir husustur. Çünkü, yaşadığı devir Osmanlı’nın duraklama devridir. Ortada ciddi anlamda problemler vardır. Şair, bunlar karşısında kendini sorumlu hisseden bir insan tavrıyla olumsuzlukları tenkit etmek ve çözümler üretmek istemektedir. Fakat, o onca didaktik tavrına rağmen sanat değeri yüksek şiirler yazmayı da başarmış ve bu yüzden devrinde ve sonraki zamanlarda adı hep şöhretli şairler arasında anılmıştır.

Nâbi’nin şöhreti elbette yazdığı toplumcu ve öğüt verici şiirleriyle alakalıdır ama onu yine genel özellikleri itibarıyla diğer Divan şairlerinden ayrı bir yerde tutamayız. Nâbi de hemen bütün Divan şairleri gibi şiirlerini İslam ve tasavvuf inanışı çerçevesinde bir şiir dünyası kurmuş, bu dünya içerisinde yine diğer şairler gibi münacat, naat tarzında yazdığı şiirleriyle bir Müslüman şair olmanın bilinciyle hareket etmenin örneğini vermiştir. Bu tarz şiirleri arasında yazdığı bir Naat-ı Şerif ise gerek yazılış hikâyesi gerekse muhtevası ile edebiyatımızın hâlâ unutulmayan metinleri arasındadır.

Bu şiir, samimi peygamber sevgisinin anıt bir eseridir. Fakat, şiire geçmeden önce yazılış hikâyesinden bahsedelim: Anlatılanlara göre Nâbî, 1678 yılında devlet ricaliyle birlikte hac niyetiyle yola çıkar. Peygamber sevdalısı bir şair için Medine’ye gitmek, Hz. Peygamber’in kabr-i şeriflerini ziyaret etmek çok heyecan verici bir olaydır. Medine’ye yaklaştıkları sırada ise bu heyecan doruk noktasına ulaşır. Bu esnada bir gece istirahatında iken bir paşanın ayağını Medine tarafına uzattığını görür. Bu durum onu son derece üzer. O anda kalbine dolan ani bir ilhamla şu naatı okur:

Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâdır bu

Nazargâh-ı ilâhidir Makâm-ı Mustafa’dır bu

Felekte mâh-i nev Bâbü’s-selâm’ın sîne-çâkidir

Bunun kandili Cevzâ matlâ-i nûr-i ziyâdır bu

Habîb-i kibriyâ’nın hâbgâhıdır fazilette

Teveffuk kerde-i arş-ı Cenâb-ı Kibriyâdır bu

Bu hâkin pertevinden oldu deycûr-ı adem zâil

Amâdan açtı muvcûdat çeşmin tûtiyâdır bu

Mürâât-i edeb şartıyla gir Nabî bu dergâha

Metâf-i kudsiyândır bûse-gâh-ı enbiyâdır bu

Paşa, Hz. Peygamber toprağındaki saygısızlığını ikaz eden bu şiir karşısında şiire konu olan kişinin kendisi olduğunu anlamakta gecikmez. Hemen toparlanarak Nâbi’ye bu şiiri ne zaman yazdığını, başkalarına okuyup okumadığını sorar. Nâbi de “hayır, ilk defa şimdi söylüyorum ve sizden başka duyan da olmadı.” cevabını verir. Paşa, bunun üzerine bu durumun aralarında bir sır olarak kalmasını rica eder. Nâbi, bu ricaya bir sükûtla cevap verir ve konu şimdilik kapanmış gibi olur.

Biraz sonra kafile, yola devam için harekete geçer. Sabah ezanı vaktinde Medine’ye ulaşırlar. Şehre girerlerken Mescid-i Nebi müezzinlerinin bir naat okuduğunu fark ederler. İşin ilginç yanı bu naat, Nâbi’nin az önce okuduğu naattır. Nâbi de Paşa da bu durum karşısında hayrette kalırlar.

Namaz bitip cemaat dağılırken Nâbi ile Paşa, heyecan içinde müezzinlerin yanına varıp okudukları naatın kimin olduğunu ve nerden öğrendiklerini sorarlar. Müezzin, konunun kendisi için bir sır olduğunu düşünerek önce cevap vermek istemez. Fakat Nâbi, ısrar eder. Bu naatı az önce kendisinin söylediğini belirtir. Bu defa heyecanlanma sırası müezzinlere gelmiştir. “Senin ismin Nâbi mi? Diye sorar şaire...”Evet” cevabını alınca ellerine kapanır ve olayın açıklamasını yapar. Cevap şöyledir: “Bu gece Allah Rasulü rüyamızda bize, ‘Ümmetimden Nâbi isimli bir şair, beni ziyarete geliyor. Bu zat, bana karşı son derece büyük bir sevgi ile doludur. Bu aşkını ifade için şöyle bir naat yazmıştır. Siz, bu natı bu sabah minarelerden onun buraya beni ziyarete gelişi şerefine okuyun.’”

Bu açıklama karşısında, Paşa’nın utancını, Nâbi’nin ise sevincini anlatmaya gerek yok sanırım. Zaten bu iki ruh halini tasvir de imkânsızdır. Paşa, utancını hangi kelimelerle dile getirmeye çalıştı bilinmez ama Nâbi’nin dudaklarından şu kelimeler dökülür: “Demek ki sevgili peygamberimiz bana “ümmetim” dedi. Demek ki iki cihan güneşi beni ümmetliğine kabul etti.”

Hadise bu kadardır. Bu olay, gerçekten vuku buldu mu, belgesi var mıdır gibi sorular doğrusu bu noktada hiçbir anlam taşımıyor. Olaya kalbi yaklaşmak gerekiyor. O da samimi sevginin kişiyi fizik ötesiyle iletişim kurabilecek bir noktaya getirecek zenginlikte olduğudur. Mesele burada Hz. Peygamber’e duyulan aşk meselesidir. Bu aşkın bir lütufla mukabele görmesidir. Bizim için de önemli olan bu aşkı, bu lütfu anlayabilmektir. Zira, nicedir hadiselere metafizik bakma sırrının uzağındayız. Pozitivist tortular, bizim de yüreğimizi bir şekilde kararttı. Her şeye sebep-sonuç, belge-bilgi açısından bakarak gerçeği görebileceğimizi sanıyoruz.

Burada şiirin açıklamasını da verelim ki Nabi’nin söyledikleri daha iyi anlaşılsın. Diyor ki şair; “Cenab-ı Hakk’ın nazargâhı ve O’nun sevgili peygamberi Hz. Muhammed Mustafa’nın makamı ve beldesi olan bu yerde edebe riayetsizlikten sakın./ Gökyüzünde hilâl, O’nun selâm kapısının yüreği yaralı âşığıdır. Semadaki Cevza(ikizler burcu)nın nur ve ışık yanağı O’dur./Burası Sevgili Peygamberimiz’in istirahatgâhıdır. Fazilet açısından ise Cenab-ı Kibriya’nın arşının da üstündedir./Bu mübarek toprağın ziyasından yokluk karanlığı sona erdi. Varlık âlemi, körlük ve yokluktan gözünü onun sürmesiyle açtı./ Ey Nâbi, bu dergâha edep kurallarına uyarak gir. Zira; burası meleklerin etrafında pervane gibi döndüğü, peygamberlerin hürmetle öptüğü mübarek bir makamdır.”

Nâbi’nin bu hac seyahatinde kendisine “salih bir amel” olarak kazandığı bu naat, yazıldığı günden bu yana inanmış gönülleri aşk ve heyecanla coşturur, peygamber sevginsin, ona bağlılığının hangi boyutlarda olduğunu gösterirken, bir başka eserle daha taçlandırır bu kutlu seyahatini... O da bu hac ziyaretini nesir diliyle anlattığı ama yer yer şiirlerle de süslediği “Tuhfetü’l-Harameyn” isimli gezi kitabıdır. Bu kitapta anlatılanlar bu naatla birlikte okunduğunda Nabi’nin bu yolculuktan ne kadar ulvi duygularla döndüğü ve nasıl ruhsal bir arınmaya muhatap olduğu daha iyi görülecektir.

Şair Nâbi, sözünü ettiğimiz bu naatıyla hepimiz için nasıl imrenilecek bir noktada olduğunu gösteriyor bize. Ama onun bu sırrını anlamak istiyorsak işe aslında şairin müstear isminin manasından söz etmek gerekiyor. Bilindiği gibi şairimizin asıl adı Yusuf’tur. Nâbi, onun “hiçlik-yokluk” anlamına gelen mahlasıdır. Bilindiği üzere “Na” ve “Bi” kelimeleri Arapça ve Farsça’da “yok” anlamına gelmektedir. Nabi’nin ismiyle ilgili bu ayrıntı bize çok önemli bir hususu hatırlatıyor. Varlık kapısına ulaşmak ve lütufla muamele görmek için insanın önce “yokluk” elbisesini giymesi gerekiyor. Şair Nabi, kendine aldığı bu müstearıyla bize böyle bir ders de veriyor. Öyle ki insan böylesi bir gönle sahip birisi ise kendi ölümüne bile tarih düşürür. Onun “Nâbî be-huzûr âmed” sözünü de içine alan Farsça bir kıtasının içinde yer alan bu mısra da bilmeliyiz ki varlık kapısına yokluk elbisesiyle gitmesinin karşılığında muhatap olduğu peygamberi lütfun eseri olsa gerektir.

Sözü onun bir beytiyle tamamlayalım:

Gönül ne arzû-yı câh ider ne tâc u taht ister

Reh-i himmette ancak kalb-i nerm ü pâ-yı saht ister.

Diyor ki şair: “Gönül ne rütbe, ne tac ne de taht ister. O gayret yolunda yumuşak bir kalp ile sebat eden bir ayak ister.”

Hayatı boyunca istikamet üzere olan bir şairin bu tutumunu sanırım bundan daha güzel ifade imkânı yoktur. Evet, ne “rütbe” ne “tac...” Allah’ın rızasına, sevgilisinin şefaatine nail olabilmek... Gaye budur. Bunun yolu da “yumuşak kalp”, “sebat eden bir ayak” sahibi olmaktan geçiyor.

Not: Bu yazı, Diyanet Aylık Dergi Eylül 2010 sayısında yayınlanmıştır

Mustafa Özçelik

22 Kasım 2010 Pazartesi

SEN AŞKIMSIN, O TUTKUM

Gözümü açtım Sen’ i gördüm,
Sen’ inle tattım ilk mutlulukları,
Sen’ inle öğrendim insan olmayı,
Ne varsa sevi’ye dair,
Sen’ de öğrendim onu zahir.
Sevindiğimde benimle gülen Sen,
Ağladığımda gözyaşımı silen Sen,
Nereye dönsem hep Sen, Sen, Sen…

Zaman geçiyordu,
Ben büyüyordum,
Sen’ inle öğreniyordum hayatı.
Saflığı,
Temiz kalmayı,
Büyüğünü saymayı,
Nerede insana ihtiyaç varsa oraya koşmayı,
Adabı,
Sonra sevmeyi, yaratılmış her ne varsa,
Sen’ den öğreniyordum.
Sen’ inle mutluydum,
Sen’ inle umutluydum.
En karanlık olduğunda hayatım,
Şöyle gözlerine bir bakıvermem aydınlığım oluyordu.
Sen, hep umut aşılıyordun bana.

İlk mahcubiyet,
İlk mahzuniyet,
İlk mezuniyet…
Ne varsa hayatımda “ilk” olan,
Hepsinde duruyordun Sen, “benim olan”.

Sen,
İlkimdin benim.
“Aşkım” dediğim tekimdin,
Yine de öylesin.

Hatırlar mısın?
Eskidendi hani,
Dua etmiştim bir gündüz vakti,
Demiştim “Ya Rabb’ i,
Ne olur verme bana bu eziyeti,
O’ nunla imtihan etme beni
O’ nu benden, beni O’ ndan ayırma,
Her daim cem eyle bizi.”
Sonra bu dua zikir oldu dilime sanki?
Acep büyük mü konuşmuştum ki?

Sen’ den kısacık bir süreliğine ayrılsam,
Bir şehre gezmeye gitsem farz et ki,
Dolardı içime en derin hüzünler yağmur misali.
Gözlerine bakmadan uyuyamam inan ki.

Ama şimdi,
Onca yaşadığımıza rağmen,
Onca sevince, hüzne,
Hayata dair ne varsa işte…
Hepsine rağmen,
Bazen gitmek istiyorum Sen’ den.
Sen’ sizliğe dayanabilir miyim, budur bilinmeyen.
Sen,
Bana asla ihanet etmeyen…
Sen,
En zor zamanımda ruhuma teselli veren…
Sen,
Canım, sevdiğim, bir tanem…

Senden ayrılmamak için ben dua ederken,
Şimdi nedir bu ayrılmak istemelerim?
Nasıl oldu da düştü içime bu ikinci sevgim?
Ve ahhh ben,
Bunu bir anlayabilsem!...

Kızıyor musun bana?
O’ na vuruldum diye hiç beklemediğim bir anda,
Söyle, kızıyor musun bana?
Çok sordum ben de kendime aslında,
Neydi bunun sebebi acaba?
Dilim çok mu büyük konuşmuştu bilmeden de olsa,
Hep Sen’ i dilerken hayatımda,
Şimdi nereden çıkmıştı bu ikinci sevda?
Adını koydum ben zor da olsa,
Sen aşkımsın benim, vazgeçemediğim asla,
O ise tutkum, yerleşen ruhuma bir anda.
Tutkusuz aşk, sönmeye,
Aşksız tutku mahvetmeye mahkûmdur.
Anlayacağın bir tanem,
Ne Sen’ den vazgeçebiliyorum,
Ne de O’ nsuz nefes alabiliyorum.
Ben galiba,
Galiba dilimin cezasını çekiyorum.
O’ na gitsem Sen’ i özlüyorum,
Sen’ de kalsam O’ na yanıyorum.
Hep çıkmazlar mı olmalı diye düşünüyorum,
Sürekli, tetirbelerde kalıyorum.
Bu güne kadar tutkuma bir sürü nağme diziyorum,
Sana ise ilk kez kâğıttan sesleniyorum.
Biliyorsun çok zaman Sen’ le direk konuşuyorum.
Ama olsun,
Belki alınırsın diye düşünüyorum,
Onun için Sana bu duygularımı şiirle yolluyorum.

Şimdi söyle bana bir tanem,
Aşkımda mı kalmalıyım,
Tutkuma mı varmalıyım?
Yoksa hayatımı bölüp tam ortasından,
Bir Sana, Bir O’ na mı yanmalıyım?

Sen,
Asla vazgeçemeyeceğim ilk göz ağrım,
Konyam,
O,
Ne yapsam unutamayacağım tutkum,
Urfam…

12.11.07 / KONYA / 00.07

Biricik memleketim Konyam, Urfam’ a olan derin sevgimden dolayı alınma bana, küsme. Sen de, O da, vazgeçilmezimsiniz artık bu cana. İşte bu şiirim de Sana. Haydi ne olur bana darılma.

=KOCASiNAN

4 Kasım 2010 Perşembe

SEVİLEN BLOG ÖDÜLÜ



Son günlerde yaşadığım yoğunluktan dolayı bloğumla ve sizlerin bloglarıyla pek ilgilenemedim. Kemalpaşa Tatlısı Mine Abla bana bu hoş ödülü göndermiş tatlı sözler eşliğinde. Alıp yayınlamak bu güne kısmetmiş. Kendisine çok teşekkür ediyorum. Yeşil Bursamız'da yaşayan Mine Abla, birbirinden güzel tarif ve tecrübelerini bizlerle paylaşıyor. İç açıcı sitesinden çok şey öğrendim ve öğrenmeye de devam ediyorum. Mesela bana en ilginç gelenlerden biri, zeytinyağlı patlıcan yemeği =) Bildiğiniz zeytinyağlı gibi şekerle pişiyor. Denemek istediklerim arasında.
Gelelim bu ödülün kurallarına:

* Ödülü kabul edin, ödülü veren kişinin linkini bloğunuzda yayınlayın.
* Ödülünüzü 15 blogcu arkadaşınız ile paylaşın.
* Seçtiğiniz 15 blog arkadaşınızla iletişim kurun, seçilmiş olduklarını bildirin.
Takip ettiğim tüm arkadaşlar bu ödüle layık bence. Ödülün ismi "sevilen blog ödülü". Sevmesem takip eder miyim hiç =) Ama kural gereği 15 isim vermem gerekiyor.
8. Rumma
13. Minti
Hepinize sevgilerimle.

24 Ekim 2010 Pazar

MİYAD

Ben senin gelmenle aşkı öğrendim,
Yaz günü kaynar su içecek kadar,
Her gece uykudan öyle iğrendim,
Gözümü tavana dikecek kadar.

Gelmen aydınlıktı, hayaller çoktu,
Yanında dert tasa gam keder yoktu,
Gözlerin zihnime saplanan oktu,
Özümden geçip de dalacak kadar.

Bir gün bir yel esti yönü belirsiz,
Kokusu haindi, kokusu sensiz,
Ne oldu aniden, neydi apansız,
Bırakıp da beni gidecek kadar?

Ben senin gitmenle sabrı öğrendim,
Yaz bahar bitmeden donacak kadar,
Verilen sözlerden öyle iğrendim,
Oturup derdime yanacak kadar!

Etmesen iyiydi, velâkin oldu,
Bu ihanetinle güvenim soldu,
Gayrı senin bende miyadın doldu,
Ruhumdan süpürüp silecek kadar,
Artık yalnızlığa gülecek kadar!

23.10.2010 / KONYA / 11.11

KOCASİNAN

14 Ekim 2010 Perşembe

BARBUNYA SALATASI VE MİM


Harput Köftesi'ni yaptığım akşam Sevgili Neşe'nin barbunya salatasını da denemiştim. Daha doğrusu yetiştirmek derdinden annemle beraber yaptık =) Zor beğenen babamdan tam not alan bu salatayı denemenizi öneririm. Bu güzel tarif için Neşe'ye çok teşekkürler. İşte yapılışı:

Malzemeler:

* 1 su bardağı barbunya
* 1 tane kuru soğan
* 4 -5 yemek kaşığı zeytinyağı
* 1 kase yoğurt
* 2 diş sarımsak (biz damak tadımıza uyduğu için biraz daha fazla kullandık)
* 1 demet maydonoz
* Pulbiber

Yapılışı:
Barbunyaları yumuşayana kadar haşlayıp süzün. Kuru soğanı ince ince doğrayıp zeytin yağında kavurun. Süzdüğünüz barbunyaları ekleyip biraz da tuz atıp kavurun. Tabi ben tuz atmadım yine =) Malum, hâlâ yasak bana tuz. Ve servis yapacağınız tabağa alın.

* Yoğurdu çırpın ve ezdiğiniz sarımsakları ekleyin. Biraz da tuz atın. Yoğurdu barbunyaların üzerine döküp ince ince kıydığınız maydonozla ve pulbiberle süsleyin. Afiyet olsun.

Hilal ablam beni mimlemiş. Kumanda panelinden istatistik bölümüne girip en çok okunan beş yazımı bildirmem ve beş kişiyi mimlemem gerekiyor. İşte sonuçlarım:

Erpiliç Göynük Tesisleri'ndeki gezi notlarım. Helal tavuk nedir, nasıl olmalıdır gibi bilgiler içeriyor. Bu yazının en çok okunan yazı olması insanların helal gıdaya verdiği ehemmiyeti göstermesinden dolayı oldukça sevindirici.
Yine bir helal gıda yazısı. Bisküviden çikolataya, cipsten sucuğa kadar pek çok ürünü bulunan ve her tür ürününde "hususi üretim" yapan helal sertifikalı Afia Gıda'yı anlatmıştım bu yazımda. Ben yazımı eklediğimde ürün çeşitliliği azdı. Şimdi portföylerini çok genişlettiler. Merak edenler buradan Afia Gıda'nın web sitesine ulaşabilirler.
Samsung markalı fotoğraf makinama yedek parça almak istediğim için başıma gelmeyen kalmadı. Okuyunca bu fiyaskoya güler misiniz ağlar mısınız bilmem =)
Meğer bu kurabiyeyi benim gibi ne çok seven varmış! Gerçekten muhteşem bir lezzetti. Çıtır çıtır ve tam kıvamında. Mutlaka deneyin derim.
İşte Canım Urfam'a dair bir lezzet. Patates ve kıyma ana malzemeleriyle yapılan hoş bir yemek. Sunum şekli de güzel. Misafirleriniz için çok cici bir ikram olabilir.

Ve benim mimlediğim beş kişi:

13 Ekim 2010 Çarşamba

HARPUT KÖFTESİ

Hayırlı günler Arkadaşlar,

Bir yemeğin içinde bulgur ve acı varsa o yemek tam bana göredir. Kısaca doğu mutfağı ile damak tadım uyuyor da diyebiliriz :) Harput Köftesi Cahide Abla'da gördüğüm ve denemek istediğim bir tarifti. Uzun zamandır tariflere mecburen ara verince, kendimi iyi hissettiğim bir gün bir değişiklik olsun istedim. Denedim ve ailece çok beğendik. Yalnız bir farkla, yemeğe tuz atmadım, malum =) Anne ve babam yerken üstüne tuz attılar. Köfteler tuzsuz olduğu için haşlarken dağılacak sanmıştım. Öyle de olmadı, bütün bütün kaldılar. Yemeğin suyundaki ve köftesindeki kuru reyhansa apayrı bir hava katmıştı. Kullandığım kıyma 500 değil de 350 gr kadardı. Bu nedenle bulguru da ona göre azalttım ama diğer malzemeleri aynı ölçüde kullandım. Bulgurlu yemekleri sevenlere tavsiyemdir. Cahide Abla'dan orijinal tarifi görmek için buraya tıklayabilirsiniz. İşte tarifimiz:

Malzemeler:

* Yarım kg az yağlı kıyma
* 1 su bardağı orta bulgur, yoksa çiğköftelik bulgur (ben Konyamız'da düğü diye tabir edilen çiğköftelik ince bulgur kullandım)
* 1 yumurta
* Yarım demet ince doğranmış maydonoz
* 1 adet orta boy rendelenmiş soğan
* Kuru reyhan, tuz, karabiber, pulbiber
* 1 yemek kaşığı salça
* Zeytinyağı, su

Yapılışı:

* Salça, yağ ve yumurta hariç diğer malzemeleri bir yoğurma kabına alıp arada bir elinizi ıslatarak iyice yoğurun. Malzemenin iyice bütünleşmesi, macun kıvamında olması lazım. Yoğurmanın sonuna doğru yumurtayı kırın.

* Harput köftesinin orjinal şekli tekerlek gibi oluyormuş. Malzeme macunlaşınca tekerlek gibi köfteler yapın. Doğru mu bilmiyorum ama ben Fellah köftesindeki gibi bir de ortalarına parmak batırdım.

* Tencereye yağı ve salçayı koyun. Salça eriyince göz kararı suyunu ilave edin. Başta fazla koymayın, daha sonra ilave edebilirsiniz.

* Su kaynamaya başlayınca köfteleri içine yavaşça ekleyin. Ben birer birer dizdim tencereye. Suyunu fazla koymadığım için tüm köfteler tek seferde sığmadı. İki parçada haşladım. Bu arada içine kuru reyhan da atın (hem köftede hem suyunda reyhan var).

* Köfteler pişince yemeğimiz hazır. Afiyet olsun.

5 Ekim 2010 Salı

İÇLİ KÖFTE YEYİN AMA İÇLİ KÖFTE OLMAYIN

Bana bu hastalığı verdiği için Cenab-ı Hakk'a ilk günden beri hamdettim. Böyle bir şeye gerçekten çok ihtiyacım vardı. Müslüman'ın derdiyle dertlenmek düsturunu abartıyorsam eğer, bunda bir sıkıntı yoktu bence. "Izdırap insanı olmak" denir ya hani, o hesap. Bosna'dan dolayı yaklaşık yedi sekiz sene köfte yiyemediğimi bilirim. Sonrasında "Ey iman edenler! Allah'ın size helâl kıldığı iyi ve temiz nimetleri (kendinize) haram etmeyin ve (Allah'ın koyduğu) sınırları aşmayın. Çünkü Allah, haddi aşanları sevmez " (Mâide-87) Âyet-i Kerimesi gereği kendimi zorlayarak tekrar köfte yemeye başladım. İşin bu tarafında bir şey yok da; bunun haricinde varı yoğu kafaya takmak, yanlışlar düzelsin ve işler yürüsün diye pek çok sorumluluğu üstlenmeye çalışmak, olan biten her şeye üzülmek-içlenmek, deyim yerindeyse içli köfte gibi içli olmak; gerçekten yaşama sevincini ve insanın gücünü tüketen durumlar. Bana "böyle yapma bak çabuk yaşlanırsın" dendiğinde bu sözler anlamsız gelir ve "elimde değil ki, huy bu, değişmiyor işte. becerebilsem takmazdım herhalde" derdim. Ancak anladım ki değişiyormuş. Bir gece nefes alamayarak uyanınca, bir tüm nefesi bile kesilmeden alamayınca, gece uyuyamayıp yatarken boğulur gibi olup da sabahı koltuk tepelerinde oturarak bekleyince, nefes alamadığım için bir küçük bardak çayı bile bitiremeyince, mide bulantısından hiç bir şey yiyemediğim halde bir haftada tam 13 kg alınca (ödemden); o zamana kadar üzülüp de dert edindiğim her şeyin gerçekten boş olduğunu anladım. Doktor biyopsi sonucunda görünen hiç bir sebep bulamadı ve üzüntü yüzünden olabileceğini söyledi. Ardından hastalığımı duyan doktor Ayşe Kübra Abla da adaşıma "O hastalık binde bir görülür, nasıl olup da yakalandı acaba? Ama o zaten her şeyi kafaya takan birisiydi, dolayısıyla bu hastalığa yakalanması normal" demiş =)

Anlayacağınız; içli köfte gibi olup da olur olmaz her şeyi içinize atar ve kafaya takarsanız, Allah'ın (celle celaluHu) size Kendisi'ne kul olmak ve hizmet etmek için verdiği gücü fani dertlerde tüketirseniz, dünyanın yükü omuzlarınızdaymış gibi hissederseniz; bir gün dert ettiklerinizin aslında dert olmadığını anlayıverebilirsiniz. Yakınlarıma, arkadaşlarıma hep "Benim durumumu örnek alın. Allah hastalıkla imtihan etmesin, siz bana bakıp bu takma huyunuzu değiştirin." diyorum. Bir musibet bin nasihatten yeğmiş, bizzat tecrübe ettim vesselam =)

28 Eylül 2010 Salı

gün ışığında kalan emanet

Sevgim emanetti sende,
Hani bir gün dönüp geri alacağım,
Göz değmemiş pamuklara saracağım,
Öylece, sonsuza dek saklayacağım sevgim...

Geri gelmedim,
Çünkü daha gitmemiştim,
Sen düşünmeden ittiğinde,
Ben henüz bitmemiştim.
Hani ya?
Nerede emanetim?
Bu ne vicdansızlıktır söyle!
Neden sahip çıkmadın emanetime?
Ne ettin?
Giderken beni kimlere terk ettin?
Büyük adam olmuşsun şimdi hemi!
Arkandaki döküntüleri bile toplayamazken,
Büyüklük bunun neresinde, hani?

"Kuzuyu güden kurdu görür"düyse eğer,
Çoban kuzuyu neden kurda verir, hakikat bir yalanmış meğer!

Emanet,
Ehline verildiyse, rahat et,
Emanet,
Sen gibisine rast geldiyse, yazık, yandı tüm millet!
İşte senin gerçek adın, hıyanet!
Bu nasıl gidi bir illet!
Düşsün be Sinan'ım,
Düşsün artık yakandan da, rahat et...

28 Eylül 2010 / KONYA / 17.25

Kocasinan

22 Eylül 2010 Çarşamba

SAMSUNG-BİR DAHA ASLA!!!

Merhaba Arkadaşlar,
Geçenlerde Sinbo ekmek makinam için yedek parça ihtiyacım oldu ve Konya'da Sinbo servisi var mı yok mu bilmediğim için internetten mesaj göndererek bu yedek parçayı nereden nasıl temin edebileceğimi sordum. Bir kaç SANİYE sonra mesajıma cevap geldi. Ben önce sistemin otomatik olarak gönderdiği "mesajınız en kısa sürede değerlendirilecektir" tarzı bir cevap sanmıştım. Ama açıp okuyunca "İstediğiniz parçanın fiyatı şudur. Adresinizi bildirirseniz parçanızı hemen kargolayalım." yazdığını gördüm. Ve bu kadar kısa sürede cevap gelmesine hayret ettim. Adresimi bildirdim ve kargom ertesi gün elimdeydi.
Bir ay kadar önce ise kullandığım fotoğraf makinası için yedek batarya almak istemiyle Samsung Konya servisini aradım. Bir aradım ki başıma gelmeyen kalmadı! Makinam Samsung L77 Dijital model. Servis yetkilisi önce bu modeli tanıyamadı ve kaçak olduğunu sandı. Sonra "bir araştırıp sizi arayalım" dedi. Arayan soran olmayınca akşam tekrar ben aradım. "Sizi aradık ama ulaşamadık" dedi. Oysa tüm gün evdeydim ve telefonum açıktı. Hadi iyi niyetli düşünüp çekmedi mi acaba diyecek olsam, yer de değiştirmedim ki! Telefon hep aynı yerde duruyordu. Neyse. Bu defa da neden yedek batarya almak istediğimi sordu görevli, alıp da ne yapacaksınız tarzı bir ifadeyle. Şok!!! Müşteriye böyle dendiğine ilk kez şahit oluyorum. Ve en büyük gafı da en sonda yaptı. "Biz bir araştıralım. GEREK GÖRÜRSEK sizi ararız." Bu ne biçim bir ifade tarzı! Parasıyla yedek parça satın almak isteyen bir müşteriye gerek görürsek ararız denir mi? Demek ki deniyormuş. Ve demek ki gerek görmediler ki, hala arayan soran olmadı. Ardından Konya'nın ilçelerinde bulunan (biri Akşehir biri Ereğli) iki servisi aradım. Tüm bu aradığım numaraları da Samsung'un web sitesinden aldım. Onaylı servis noktaları yani. Bu servislerden birisi "İl dışındayım. Dönünce sizi arayayım." dedi. Hala arayacak =) Diğeri de bu yedek parçayı almak için makinamı kendilerine göndermem gerektiğini, cihaz dükkana girmeden yedek parçanın dükkandan çıkamayacağını söyledi. Nasıl yani?!! Tamir değil bişey değil. Makinamı neden servise göndereyim ki? Bunu sorduğumda ise adam başladı Samsung'tan yakınmaya. "Samsung'u Koreliler devraldığından beri durum bu. Biz de bıktık usandık. Artık dükkanda elektronik eşya görmek istemiyorum. Fenalık geldi." filan gibi sözler söyledi. Neticede bana yardımcı olamayacağını ifade ederek kapattı. Ben de web sitesi üzerinden Samsung'a yazdım böyle bir yedek parça istiyorum diye. Beni aradılar ve "servis noktalarımızla irtibata geçin" dediler. "Size yazmadan önce servislerinizle görüştüm zaten ama durum böyle böyle" dedim. Bir de yazın İstanbul'da araştırmıştım. Oradaki servis bana hiç 'makinanızın giriş yapması gerekiyor' filan demeden "elimizde yok ama isterseniz getirtelim, bir haftaya kadar gelir" demişti. Ben de o sırada Konya'ya dönmek zorunda olduğum için bu bir haftayı bekleyemedim ve Konya'dan alırım diye düşünmüştüm. Samsung'tan arayan beye bunu söylediğimde bana ne dese beğenirsiniz? O zaman İstanbul servisinden isteyin demez mi! "İyi ama yaşadığım ilde sizin bir servis noktanız var. Onlar bu işi çözmeyeceklerse neden varlar? Ben niçin başka bir ilden alıp üstüne bir de fazladan kargo parası ödemek zorunda kalayım ki?" dedim. Netice, sıfır. Gerçekten ilginç bir durumdu bu. Senelerdir kamera, fotoğraf makinası ve cep telefonu gibi her elektronikte tercih ettiğim ve çevreme de tavsiye ettiğim KOSKOCA! Samsung markası, basit bir yedek parça temini için topu birbirine atıp duruyordu. Neticede bunu internetteki şikayet sitelerine yazmaya karar verdim. Bu sabah yazdığım şu şikayetime öğleden sonra jet hızıyla cevap geldi. Kibar bir hanım aradı ve makinamı servise bırakmamı, sonra da işlemleri hızlandırmak için kendilerini aramamı söyledi. Yedek parça muhtemelen yurt dışından getirtilecekmiş ve ne kadar zaman alacağı belli değilmiş. Bu süre zarfında makinam serviste kalacakmış. Yedek parça gelip de servis raporu tamamlanmadan cihazımın dükkandan çıkması söz konusu değilmiş. Böyle mantıksız bir mantıkla başka hiç bir yerde karşılaşmadım. Benim cihazım bozuk değil. Tamir filan istemiyorum ki neden servise bırakayım? Altı üstü bir yedek parça satın alacağım. Bu işlemler ne kadar sürer belli değil. Bu süre içinde makinamı servistekiler evine mi götürür, şahsi işine mi kullanır, ne olur, orasını da Allah bilir artık. "Servisiniz konuyla ilgilenmedi ki. Bana güven vermedi. Makinamın başına bir iş gelmeyeceğine garanti veriyor musunuz?" dedim. "Bakarsınız, bişey olmuşsa teslim almazsınız" dedi =)=)=) Onlara Sinbo ile yaşadığım hadiseyi anlattım firma adı vermeden. Küçücük bir firma olaya böyle yaklaşırken, Samsung gibi bir dünya devinin(!) nasıl olur da müşteri memnuniyetini önemsemediğini sordum. "Ben yedek parça alabilmek için resmen haftalardır mücadele ediyorum. Hepiniz bir başkasına atıyorsunuz. Bu gibi işlerin peşinden müşteri koşmaz. Bana adresinizi verin yollayalım bile demeniz gerekirdi ama resmen müşteriyi uğraştırıyorsunuz. Ayrıca ben de bir firmada çalışıyorum ve şu an üretilmeyen modellerimiz için dahi on yıl yedek parça bulundurma garantisi veriyoruz. Samsung gibi büyük bir marka nasıl olur da yedek parçasını elinde bulundurmaz. Bu makina çok eski bir model de değil, milattan önce kalmadı." dedim. Sonuç aynı. Yani SONUÇSUZLUK. Bir daha Samsung almak mı? ASLA!!!! Bu nasıl bir yaklaşımdır ki müşteriyi peşlerinden koşturuyorlar ve o halde bile işi çözmüyorlar. Arayacağız deyip aramıyorlar. Aradıklarında da "elimizden bişey gelmez" deyip kapatıyorlar. Aranızda elektronik eşya alacak olan varsa markasını bir kez daha düşünsün derim. Yoksa iç ağrısına uğrayabiliyorsunuz. Benden söylemesi...

6 Eylül 2010 Pazartesi

2009 AYINTAP-URFA GEZİM-12 (SON)

Bir önceki yazıdan devam edelim Urfamız'ı gezmeye:

10 Ekim 2009 Cumartesi sabahı ilk işim yıllardır kaldığımız otelin fotoğraflarını çekmek oldu. Farkettim ki o güzel bahçeyi-havuzu kaç yıldır fotoğraflamamışım. Bu yıl fotoğraftan yana hiç eksiğim kalmasın istedim. Özledikçe açıp bakayım, doya doya yaşayayım Urfam'ı. Acaba bir sonraki sene hastalanıp da gelemeyecek olmam içime mi dolmuştu...

Fotoğraflardan sonra Halepli Bahçe'ye geçtik. Babam ve halam çayı-sofrayı ayarlarken annem ve ben de biber söğürtmek ve tırnaklı ekmek almak için fırının yolunu tuttuk. Fırıncıdan müsade alıp tırnaklı ekmeğin yapılışını fotoğraf çektim. Kahvaltının ardından soluğu Er-Ruha Otel'de aldık. İçerisinde yapay mağara var. Binası Urfa taş konakları görünümünde zaten. Çok güzel bir bina. Dekorasyon da iyi. Bazen kendinizi antikacı dükkanında geziyor sanıyorsunuz.

İkinci durağımız Harran Üniversitesi Kültür Evi idi. Tadilatta olduğu için her yerini gezemedik ama yine de gördüğümüz kısımlar muhteşemdi. Sanatsal bir şekilde ince ince işlenmiş taşlar, tarihi yansıtan odalar, ikinci katın terasına kurulmuş kuyu, konağın içindeki taştan oyma su yolu ve daha neler neler...

Bir sonraki uğrak yerimiz Balıklıgöl Sağlık Ocağı. Hastalıkta en önemli şey moral. Düşünsenize, hasta olduğunuz için sağlık ocağına gidiyorsunuz; ama bina o kadar farklı ve ferah ki içiniz aydınlanıyor. Doktorlardan rica ettik gezebilir miyiz diye, sağolsunlar izin verdiler. Biz gezimizi tamamlayamadan 112'ye anons gelince doktorlar da biz de apar topar çıkmak zorunda kaldık ama yine de o ana kadar pek çok foto çekebildim.

Çıkışta sağlık ocağının yanındaki bakkalda mırranın toz halini gördüm ve ardından Çardaklı Köşk'e geçtik. Çardaklı Köşk lokanta olarak hizmet veriyor. Her bir odası çardak şeklinde olduğu için bu adı almış. Güleryüzlü bir personel karşılıyor sizi. Bina gerçekten çok güzel, tüm diğer taş konaklar gibi...

Çardaklı Köşk' ten sonra Narlı Ev' e gitsek de kapalıydı. Çok merak etmeme rağmen gezemedim burayı. Bir dahaki sefere inşaAllah.

Şurkav Çarşısı'nda bir çay ve fotoğraf molası verdikten sonra Şurkav Vakfı'na gittik. Belki de haftasonu olması münasebetiyle görevli beyden başka kimseler yoktu. Gezmek isteğimizi dile getirince görevli beyefendi izin verdi ve bizimle o kadar ilgilendi ki... Bahçedeki kudret narını, süs narlarını anlattı. Urfa'yı anlattı. Misafiriz diye tam bir Urfa misafirperverliği sergiledi işte =) Şurkav Vakfı'nın duvarlarında Urfam'ın bazı yerlerinin eski ve yeni hallerinin fotoğrafları var. İşte size bir örnek:

Şurkav Vakfı'ndan sonra Narlı Ev'e tekrar uğradık ama halen kapalı olduğu için göremedik. Ardından Selahaddin Eyyubi Camisi'ni gördük. Çok güzel bir yapı gerçekten. Eski adıyla Fırfırlı Kilise.

Camiden sonra en merak ettiğim yerlerden birine gittik, Küçük Hacı Mustafa Hacıkâmiloğlu Konağı; nâm-ı diğer Cevahir Konukevi. Urfamız'a gitmemiş olsanız bile çoğunuz burayı duymuşsunuzdur sanırım. Bir hanım işletmecisi var. Sık sık tv'de / haberlerde çıkıyor. Belediye başkanı konuklarını burada ağırlıyor genelde. Zaten Valilik Konuk Evi diye de geçiyor. Odaları, avlusu, eşyaları, döşenme tarzı ile gözünüzü alamayacağınız ve huzurlu vakit geçireceğiniz bir mekân.

Cevahir'den sonra tetirbelerden (çıkmaz sokak) geçe geçe Yıldız Sarayı Konukevi'ne ulaştık. Ana yoldan arka sokağa girince sizi karşılayan bu enfes bina, güzelliği ve göz alıcılığı ile şaşırmanıza sebep oluyor. İşte Yıldız Sarayı'ndan küçük bir kare:


Yıldız Sarayı'ndan sonra ara sokaklardan (nereye gittiğimizi bilmeyerek) yola devam ederken karşımıza Nimetullah Camisi ve Kazancı Bedih Sokağı çıktı. Yolda eski binaları, taş evleri, biber çekme makinasını görerek ilerlerken Şeyh Abdulkadir Türbesi diye bir yere rast geldik. Oradaki halktan öğrendik ki Şeyh Abdulkadir, Dergâh Camisi'nin orda medfun bulunan Osman Avni Dede'nin hocası imiş. Şeyh Abdulkadir, eskiden ilim tahsil edilen ama şu an kullanılmayan bir medresenin içinde yatıyor. İçeriyi de gezmek nasip oldu. Bu güzel tevafuğu karşımıza çıkaran Allah'a (celle celaluHu) hamd ederek yolumuza devam ettik ve Vali Kemalettin Gazezoğlu Kültür Sanat Merkezi'ne ulaştık. Yine güzel bir bina ve yine bizi kapıda karşılayan güzel insanlar... Merkezin içinde Reji Kilisesi de bulunuyor. Orayı da gezdik. Şu an kullanılmıyor olsa da, ilk kez kullanılabilecek durumda bir kilise gördüm:



Kiliseden sonra ara sokaklardan yürüyüşümüze devam ettik. 11 Nisan Kurtuluş İlkokulu'nu, ara sokakta kurulu bir kalaycı dükkanını ve daha pek çok güzelliği gördük. Ard arda yüzlerce fotoğraf çeken makinam bu duruma daha fazla dayanamayıp "şarjım bittiiii" diye kapandı =) Dolayısıyla gezinin kalan kısmını sadece beynime kaydedebildim. Bu günkü gezimizde taş konaklara gidelim diye plan yapmıştık ama ara sokaklarda öylesine gezerken karşımıza öyle çok görülesi yer çıktı ki... Urfa'da herhangi bir plan yapmadan kendinizi sokağa atar ve öylesine yürümeye başlarsanız bile tarihi bir gezi yapmanız mümkün. Adım başı eski bir bina-eser...

Bunca yorgunluğun ardından Halepli Bahçe'ye gittik öğle yemeği için. Giderken o meşhur misss gibi susamlı Tarsus çöreklerinden almayı da ihmal etmedik =) Yemekten sonra Balıklıgöl'e geçtik. Kültür Sanat Festivali etkinlikleri çerçevesinde Balıklıgöl Amfi Tiyatro'da halk oyunları sergileniyordu ve ardından da çiğ köfte dağıtıldı. Her şey çok güzeldi. Çiğ köftelerimizi aldıktan sonra herkes Balıklıgöl tarafına geçerken biz Rızvaniye'ye geçmeyi tercih ettik. Rızvaniye'nin o huzur dolu, gönle inşirah veren bahçesine oturup Balıklıgöl'ü seyre koyulduk. İnsan orada hiç bir şey yapmadan saatlerce otursa, sadece seyretse, inanın canı sıkılmıyor. Gönlünüze bir şeyler akıyor sanki, siz farkına bile varmadan...

Akşam olmuştu ve atık Balıklıgöl'den ayrılık vakti gelmişti. Bu gün son günümüz Urfam'da. Bunu şimdiye kadar hiç kimseye söylememiştim ama nedense içime bir sıkıntı geldi. "Seneye gelemeyeceğim" gibi bir his kapladı ruhumu. Balıklıgöl'den çıkasım gelmedi. Gözlerimi de kendimi de ayıramadım. Annemler arabaya varmışlar, beni bekliyorlarmış. Farkında bile değilim gittiklerinin. Meğerse hakikaten bir sonraki yıl gidemeyecekmişim Urfam'a. Hastalık sağlık derken bu yıl nasip olmadı. Ne yapalım, her şeyde bir hayır vardır. Ama bunun burukluğunu bundan bir yıl önce yaşamıştım...

Akşam stadyumda sıra gecesi ve Alişan konseri olacaktı. Bunca senedir Canım Urfam'a gider gelirim, hiç sıra gecesi izlemedim. Gidip bir görelim dedik. Önce bir çocuk korosu çıktı. Sıra gecesi değilse de ona yakın anlar yaşadık. Çocuklar şiveli şiveli çok güzel söylüyorlardı. Ardından Alişan çıktı. Sonradan program değiştiğinden midir nedir sıra gecesi ekibi çıkmadı. Biz de Alişan çıkınca kalkıp yola düştük. İşte en zor an, Urfam'a veda etme anı...

Her yıl dönüşte Birecik sınırını çıkıncaya kadar gözlerimi kapamam. Urfam'ı bir saniye bile fazla görsem kârdır derim, etrafı seyrederim. Yine öyle oldu. Mirkelâm'da küçük bir mola verdikten sonra yola devam ettik ve sabaha karşı dört gibi halamın Adana'daki oğlunun evine vardık. Hoş beşten sonra hemen uykuya daldık tabi. Sabah (11 Ekim 2009 Pazar) kahvaltıdan sonra Hikmet Ağabey'im benim için ufak bir Adana gezisi düzenledi, sağolsun. Önce Balcalı kampüsünden barajlaştırılmış Seyhan Nehri'ni izledik. Yeşilin ve mavinin öyle güzel tonları var ki... Allah (celle celaluHu) ne güzellikler yaratıyor! Ardından yola devam ettik ve yol kenarına kurulmuş seyyar çay bahçelerinden birinde nehri izleyerek çay keyfi yaptık. Sonra da benim çok çok sevdiğim, ama kelepir yerlerden başka bir yerde de hakikisini bulamadığım =) Adana kebabını yemeye gittik. Güzel bir yemek ve sohbetin ardından halamı; oğlu-gelini ve torunuyla Adana'da bırakıp annem babam ve ben yola koyulduk. İstikamet Konya. Bunca yorgunluğun ardından neredeyse tüm yol boyunca bayılmış bir şekilde yata yata geldim =) Allah sağlık versin direksiyon da babama kaldı tabi. Ona bir faydam olmadı yani. Akşam üzeri Konyamız'a vardık. Evde babaannem, Hilâl ablam ve eşi, Hatice Teyzemiz ve tabi minik paşam Hamza bizi bekliyorlardı. Urfa'dan ayrıldığım için her ne kadar buruk olsam da, paşama kavuştuğum için de bir o kadar mutluydum. Teyze olmak çok güzel bir duygu =)

2009 yılı Urfa gezimiz böylece hitama ermiş oldu. Bu yıl her ne kadar gidememiş olsam ve gidemeyecek gibi görünsem de, ben hâlâ nereden hangi tatil çıkar da ne bahane olur ki giderim diye düşünmekteyim. İnsan göz bebeğinden, tutkusundan ayrı kalamıyor. Adeta nefesi içinde boğuluyor. Tutku böyle bir şey işte. Allah beni Urfam'dan Urfam'ı benden ayırmasın. Amin.

Sağlıklı sıhhatli yeni bir Urfa gezisi yazı dizisi ile buluşmak ümidiyle. Umut hep vâr olsun.

1 Eylül 2010 Çarşamba

ABD'DEN ADAŞIM GELMİŞ =)


29 Ağustos doğum günümdü. Her yıl doğum günümü unutmayan ablam, her nasılsa bu yıl unutmuştu. O her yıl bana çekirdek aile içi sürpriz partiler düzenler, ben de her yıl ona "bunlar bizim kültürümüzde yok" derdim. Hoş zaten aşırıya kaçan bir durum yok; doğmuş olmaya bir şükür vesilesi olarak o gün aile bir araya gelir ve pasta yeriz. Hâl böyle olunca unutması biraz garip geliyor tabi insana. Ayrıca aynı yıl doğduğumuz için birbirimize "modelim" dediğimiz Simge de unutmuştu. Ve ne tevafuktur ki adaşım yarım elmam Aslıhan da unutmuştu. Adaşım Abd' de öğretmenlik yapıyordu ve geçtiğimiz haftalarda yurdumuza kesin dönüş yaptı. O yeni gelme telaşından unutabilir de, Simge ve Hilal Ablam nasıl unutur diye düşünüp durdum. Meğer işin içinde başka iş varmış =)

Aslıhan, Simge, Hilal Ablam ve ben iş arkadaşlarıydık. Ama "iş arkadaşı" tamlaması aramızda kurulan bağı tanımlamak için yetersiz kalır. İnsan kolay kolay "dost" diyemez ya birine; bizler birbirimize dost olmuştuk işte. Sonra adaşım yüksek lisans için ABD' ye gitti ve bitirince de orada öğretmen olarak kaldı. Ardından modelim evlenip Almanya'ya gitti. Kızların ardı ardına gidişi ablam ve beni çok zorladı. Eksikliklerini hep hissettik. Aradan iki yıl geçince Simgemiz eşiyle Almanya'dan buraya kesin dönüş yaptı. Dört yıl geçince de adaşım ABD'den kesin dönüş yaptı. Kolay değil; yılların birikmiş hasreti var. Görüşelim hasbihal edelim dedik. Dün akşam iftarda Simgeler'de toplandık. İftardan önce bu üçlü bir ara ortadan kayboldular. Bir fısıldaşma bir telaş... Ne oluyor diye sordum, geçiştirdiler. Yemekten sonra bir ara mutfakta toplandılar. Ben de bir şey almak için gittim, kapıdan geri çevirdiler. Kesin bir şeyler dönüyordu. Çok geçmeden geldiler. Biri ışıkları söndürdü, biri maytaptan dolayı ışıldayan bir pastayla içeri girdi. Üstüne de "iyi ki doğdun ... model" yazdırmışlar =) Meğer bizim Simge geçen hafta Hilal Ablamı aramış. "Aslıhan'ın doğum gününü unutmuş numarası yap. Haftaya bizde toplanınca sürpriz yapalım." demiş. Arkadan arkaya üçü organize olmuşlar. Bizimki de nasıl rol yaptı ama =) 29 Ağustos saat yaklaşık 23,30'a kadar bekledim. Sonra "unuttun ama bugün benim doğum günümdü" dedim. "Eyvah, nasıl unuttum, oysa aklımda ne fikirler vardı" deyip durdu. Meğer rol yaparmış =) Simge'ye sözü var ya...

Bu güzel ve sürpriz kutlama yetmemiş; bir de bana hediyeler almışlar. Hilal Ablam en sevdiğim çiçeğin beyaz papatyalar olduğunu bildiği için bana el emeği göz nuru papatyalı tebrik kartı hazırlamış iki tane. Modelim çok hoş bir eşarp almış. Adaşım da Teksas'tan Ceyar şapkası, Teksas anahtarlığı ve şapkanın içine konmuş bir kolye getirmiş. Geldiği bölgeye has bir hatıra olsun istemiş. Hepsi ayrı ayrı sağolsunlar. Hatırlanmak, sevilmek çok güzel bir duygu. Allah (celle celaluHu) ailemizin dostlarımızın eksikliğini göstermesin.

Dost sohbetiyle taçlanmış muhteşem bir gece, tadına doyulmadan hitama erdi. Zaten hoş sohbete doyum olduğu görülmüş mü hiç? Hele bir de araya yıllar girdikten sonra... Nasipse Ramazan'dan sonra tekrar görüşmek üzere kavilleşip ayrıldık.

Simge, Aslıhan ve Hilal Abla; iyi ki varsınız...
NOT: Modelim benim için iki iki uğraşıp da her yemeğin tuzsuzunu yaptığın için çok teşekkürler =)

30 Ağustos 2010 Pazartesi

SENDEN UZAHTA

Hee biliyem,
Her şeyde bir hayır vardır,
Feket göynüm lafdan aynamiy ki,
Çok özlemişem,
İnsanoglı gözünün bebesine kıyabilir mi?
Ondan ayrı kalabilir mi?
Elbet kalamaz,
Sen de benim gözümün bebesisin,
Ömrümün yârısın,
Göynümün şu êlemdeki en büyük kârısın,
Bir gün görmesem resmini,
İçime daral basiy,
Bir gün duymasam ismini,
Ruhuma keder doliy,
Ah benim Biricigim,
Siye gelemeyecegam, öyle görüniy,
Vallah çok özlemişem, perperişanım, cümle êlem biliy,
De hele ne edek bu hâlı?
Ömrümün Biricik yârı.

Biliysen,
Dün yani 29 Agustos dogum günümdü,
Yeni yaşıma Sen'den uzahtaaa,
Göynüm bi dolı tuzahta girdim,
Düşüniyem düşüniyem,
Ne etsem de gavuşsak acep deyi,
Bir çıkar yol bulamiyem.
Madem aramdaki yol kapanmiy cisminle,
Avudiyem gendimi resminle, isminle.

Olsun Gülüm olsun,
Yine de, buna da şükrolsun,
Sen biye dua et hemi,
Tez şifaya gavuşam ve ardından siye,
İşte o zaman görsün kâinat,
Görsün âşıklardaki cemi,
Ben siye dutkın,
Sen biye sevdalı,
Ömrümün yârı, gönlümün kârı, ruhumun sultanı,
Yaktiy içimi ki ne yaktiy!
Canım, Biricigim, Urfam,
Şu göynüm içten içe siye sevdalı...

KOCASİNAN

30 Ağustos 2010 / 12.05 / KONYA

20 Ağustos 2010 Cuma

KORTİZON KULLANAN VAR MI?

Hastalığımın teşhisi konduğunda doktorum kortizon kullanmam gerektiğini ve yan etkilerini ifade etti. Kortizonun masum bir madde olmadığını biliyordum ama bu derece yan etkisi olduğunu da bilmiyordum. Elbette kullanmak istemedim başta. Ancak doktorum bu hastalığın başka bir tedavisi olmadığını, kullanmazsam mazaAllah işin böbrek yetmezliğine ve diyalize kadar gidebileceğini söyledi. "Size tedavi gücü en yüksek, yan etkisi en az ilacı veriyorum. Dua edin ki vücudunuz bu ilaca cevap versin. Aksi takdirde vereceğim diğer ilacın yan etkileri çok daha fazla olacak." dediğini dün gibi hatırlıyorum. Şimdi düşünüyorum da, yan etkisi az olan bu ilaç bile nasıl değişikliklere sebep oldu. Daha ağırı nasıldır kim bilir...
Kortizona başlaması da bırakması da bir dert. Kortizon kullanırken tuz yemeniz yasak. Ekmeğiniz bile sıfır tuzlu olacak. Aksi takdirde vücut şişiyor. İyileştikten sonra da birdenbire bırakamıyorsunuz ilacı. O zaman da vücut şişiyor. Yarımşar yarımşar azaltılıyor ancak. Tuza dikkat etseniz bile, bir yan etki olarak özellikle surat bölgesinde şişlik yapıyor. Böylece kilonuz aynı olsa bile yüzünüzü görenler sizi şişmanlamış zannedebiliyorlar ve aile arasında tombik diye sevilmeye başlıyorsunuz =)
Katarakt, şeker hastalığı, kolesterol, tansiyon yükselmesi, mide sıkıntıları, vücut yırtıkları, surat şişmesi, aşırının da üstünde terleme, halsizlik, tüylenme, sivilcelenme, dizlerde vücudu taşıyamama hissi gibi yan etkiler olabiliyor. Bir taraftan hastalığınızın geçmesi için kortizon kullanıyor, bir taraftan da bu yan etkilerden kurtulmak için poşet poşet ilaç içiyorsunuz; mide koruyucu, tansiyon düzenleyici, kolesterol düşürücü gibi...
Kortizon kullanımınız son 30 yılın en sıcak zamanını yaşayan Türkiye'ye denk geldiyse yelpazeyle arkadaş olmanız kaçınılmaz.
Kortizon alan vücut genişlemeye çalışıyor. Yüz ve sırt bölgesi vücutla aynı oranda genişleyemeyeceği için oralarda aşırı sivilce ile patlak veriyor madde. Vücudun muhtelif yerlerinde mor renkli büyük yırtıklar oluşuyor. İlk gördüğünüzde şoka girdiğiniz "Aman Allah'ım, bunlar da nesi!" dediğiniz yırtıklar. Benim bildiğim doğum-kilo alma gibi sebeplerden dolayı oluşan yırtıklar kalıcıdır. Ama doktorumun ifadesine göre kortizon yırtıkları ilacı bırakınca geçiyormuş. Hele bir de yüzmeye giderseniz, daha çabuk geçiyormuş.
Daha önce kortizon kullanan arkadaşlarımdan öğrendiğime göre, bu tip yan etkilerden kurtulmaları ilacı bıraktıktan sonra yaklaşık bir beş aylarını almış. Bu konuda tecrübesi-bilgisi olan arkadaşlar varsa görüşlerini paylaşırlarsa sevinirim. Kortizondan en az seviyede etkilenmek ve yan etkilerini çabuk atmak için neler yaptınız? Hoş ben hala kullanıyorum, keşke hayırlısıyla iş düzelip de ilacı bırakarak yan etkilerini atmama kalsa. O günleri de görürüm inşaAllah.
Hepinize sağlıklı hayırlı günler diler, dualarınızı beklerim.

17 Ağustos 2010 Salı

2009 AYINTAP-URFA GEZİM-11

Hepinize hayırlı Ramazanlar,
Bizleri bu aylara bu günlere eriştiren Rabb'imiz'e (celle celâluHu) hamd olsun.

Yazımın başlığına bakınca içim cızz ediyor. Her yıl Ramazan'dan sonra giderdik canım Urfam'a. 2010 Urfa zamanım gelmesine rağmen 2009 yazı dizisini bitiremedim henüz, malum sağlık arasından dolayı. Ve bu yıl yine çok çok özlemiş durumdayım, ama gidemeyeceğim gibi görünüyor. Tedavim devam ediyor ve sıfır tuz diyetim de. Yediğim ekmek bile özel tuzsuz ekmek. Urfa'da böyle bir imkanım olmayacağı için bu sene ara vermek durumundayım ne yazık ki. Hepinizden dualarınızı bekliyorum bir an evvel sağlığıma kavuşup normal yaşama dönmek için.

Bir önceki yazıda kaldığımız yerden Urfa'yı gezmeye devam edelim.

09 Ekim 2009 cuma günü gezimize Abide Meydanı'ndaki Abide Anıtı'nı inceleyerek ve fotoğraflayarak başladık. Dört yanında çeşmeler bulunan bu tarihi anıt Çanakkale şehitlerinin anısına yapılmış. Üzerinde ok işaretleri ile bazı yönler gösteriliyor. Yanında dev bir bayrak direği var. Urfam' a giderseniz görmeden geçmeyin derim.

Yola devam edip Eyüp Nebi Mahallesi'ne vardık. Bu dizinin 6 numaralı yazısında bahsettiğim gibi tekrar gelmiştik. Hazreti Eyüp'ün biiznİllah şifa bulduğu suda duş aldık. Bunca senedir gelir giderim, daha önce hiç duşa girmemiştik. Sadece içmekle yetinmiştik. Ne kadar yanlış yaptığımızı anladım bu defa yıkanınca. O kadar farklı bir su ki. İnsanın cildi adeta bebek gibi yumuşacık oluyor. Üzerinizde farklı bir rahatlama hissediyorsunuz. Duşun ardından çilehaneye ziyaretimizi gerçekleştirip Eyüp Nebi Mahallesi Parkı'na geçtik. Babamın cumadan çıkmasını annem ve halamla burada bekleyecektik. Belediye ne güzel bir park yapmış. Geniş bir mekan üzerine kurulu, yemyeşil. Eyüp Nebi Camisi'ne göre yolun hemen karşı tarafında kalıyor bu park. İçinde wc, çeşme, piknik masaları... her şey var.

Namazdan sonra tırnaklı ekmekler eşliğinde balcan ve isot söğürmelerimizi yeyip yola düştük yine. Üç yıldır istediğim, ama bir türlü göremediğim Deyr Yakup Manastırı ve Nemrut Tahtı'na gidiyorduk. Kolay bir yerde değildi. Dağın başında yolu izi olmayan bir bölgede. Mehmet Oymak'ın sunduğu Adım Adım Urfa programında izlediğim yol tarifine göre arayacaktık. Eyüp Nebi Camisi'ni sol kolumuza alıp devam edince bir yerden sağa döndük. Mahalle aralarından geçip dağ yoluna girdik. Bir süre gittikten sonra arabanın ilerlemeyeceği kısımlara geldik ve arabayı oraya park edip yürüyerek yola devam ettik. Biraz yürüdükten sonra babam "ben devam edemeyeceğim, siz gidin" dedi. Zira çok sıcaktı, yolumuz ise uzun ve bozuktu. Yani yol da denmez aslında. Sıra dağlara ine çıka gidiyorduk. Bir hayli ilerledik. İlk bakışta üç adet sıra dağ var gibi görünüyordu. Yan yana değil de ard arda dizildiği için, tam saymak mümkün değildi. Bu üç dağı aştık, ardından bir kaç tane daha. Onu da aştık biraz daha... Bitecek gibi değildi. Yolun belli bir yerinde mola verdik ve serinleyelim diye yanımıza aldığımız sodaları içtik. Annem taşımıştı sağolsun. Ben o sıcakta kendimi zor taşıyordum =) Anneler ne fedakâr oluyorlar değil mi, Allah (celle celâluHu) onları başımızdan eksik etmesin. Bu moladan sonra halam da "ben devam edemeyeceğim" dedi ve annemle ikimiz yola düştük. Benim için de hiç kolay değildi. Ama üç yıldır istiyordum görmeyi ve bu kadar yaklaşmışken geri dönmek olmazdı. Git git git yol bitmek bilmedi derken nihayet varabildik tepeye. Aman Allah'ım, bu ne güzel manzara! Nemrut Tahtı'nı nereye kuracağını çok iyi seçmiş doğrusu. Orada müthiş bir rüzgâr ve esinti var. Güneş tam tepenizde olmasına rağmen yanmıyor ve serinliyorsunuz. Birbiri içine açılan odacıklar dağlara oyulmuş durumda. Suyun akması için su yolları yapılmış ve sarnıç da var. O zamanki insanların çok uzun boylu olduğu söylenir. Taştan oyulmuş basamaklar da bunu doğrular yöndeydi. Merdivenin bir basamağının boyu neredeyse 1,5 metreye yakındı. Düşünün artık.

Nemrut Tahtı'ndan canım Urfam'ı kuşbakışı izlemek mümkün. Yeni yapılan Olimpik Stadı bile gördüm. Hemen arkasında ise Deyr Yakup Manastırı bütün ihtişamıyla salınmakta. Kültür Bakanlığı'nın tanıtım afişlerinde resmine rast gelmişsinizdir. Yuvarlak değişik bir yapısı var. Urfa'da gerçekten bir tarih yatıyor ama ah bir de hakkıyla değerlendirilebilse.

Bu zorlu yolculuğun bir de dönüşü vardı elbette ve işte artık vakit gelmişti. Sıcaktan ve yorgunluktan bitmiş bir halde kendimizi arabaya attık =) Mahalle arasında biraz duraklayıp etrafta oynayan güzel gözlü güzel yüzlü çocuklara şeker dağıttık annelerinin gülümseyen çehreleri arasında. İşte bu mutluluk herşeye değer...

Merkeze bu defa farklı bir yoldan indik yolda kocaman bir isot anıtı gördük. Sonra Belediye önünde düzenlenen Kültür Sanat Festivali'ni görünce biz de katıldık. Farklı yörelerden pek çok halk oyunu ekibi vardı. Coşkulu bir hava hakimdi. Halk oyunlarını izleyip katılımcıları fotoğrafladık. Burada daha önceki yazılarda bahsettiğim Balıklıgöl'de tanıştığımız Konyalı amca ile karşılaştık yine. Hani kendi bastırdığı tişörtü giyen. Müsadesini alıp resmini çektim.



Vakit akşama dönmeye başlamıştı ve yemek için Halepli Bahçe'nin yolunu tuttuk. Burada tanıştığımız Bereket Döner işletmecisi Hatice abla ve ailesinden bahsetmiştim. Onlar da balcan (patlıcan) tava yapmışlar, büfenin önüne sofrayı kurmuşlar tam yemeğe oturuyorlarmış. Bizi de buyur ettiler. Önce oturmak istemedim belki azdır insanların yemeğine mani olmayalım diye. Ama annem "davet çevrilmez, bir lokma da olsa alayım" düşüncesiyle oturmadan çömeldi. Onu görünce ben de bir lokma alayım dedim. Bizi görünce babam ve halam da geldi =) İlk lokmayı aldıktan sonra çömelmeden oturma pozisyonuna geçtik hepimiz =)) O kadar lezzetliydi ki anlatamam. Nasıl da acıkmışız. Baştan yok filan derken bir anda üç kişilik bir ailenin yemeğine ortak çıkıvermiştik. Öyle candan "hadi yeyin, buyurun" diyorlardı ki. Kendi tabaklarındaki yemekleri bile bize vermeye çalışıyorlardı. Yemeği İslim Teyze yapmış. Sordum, aslında yapılışı da pek değişik bir şey değildi. Ama elinin lezzetinden midir yoksa Urfa sebzelerinin güzelliğinden mi bilmem, enfes bir tadı vardı. Bu konuyu daha evvel Gaziantepli yapraksarma Zeynep Ablam'la da konuşmuştuk. Her yaz Mersin'e tatile gittiklerinde oranın domatesinde patlıcanında Antep'teki tadı bulamadığından bahsetmişti.


Bu enfes yemeği çayla ve hoş sohbetle taçlandırdıktan sonra Halil-Ur-Rahman Camisi'nde namazlarımızı eda ettik. Balıklıgöl'ün doyumsuz manzarasını akşam vakti izleyip Şurkav'ı biraz gezdik ve künefe için vazgeçilmez mekânımız olan Gümrük Hanı' na gittik. Künefenin ardından Hasan Paşa Camisi'ni ve Dergah Camisi'ni gece halleriyle fotoğrafladım ve Anzılha Çay Bahçesi'ne gittik. Semaver çayının tadını Anzılha Gölü'nü seyrederek çıkardık. Yoğun ve yorgun bir günün ardından otelin yolunu tuttuk. Ertesi gün Urfa taş konaklarını gezmeye devam edecektik.

Yeni bir yazıda görüşmek ümidiyle. Umut hep vâr olsun.


24 Temmuz 2010 Cumartesi

SOMON FİLETOLU FİYONK ŞÖLENİ

Ablam hilaltimur' dan Selva makarnanın bizim usul makarna yarışmasını duydum ve ben de bir tarifle katılmak istedim. Çok severek yediğim balıklı makarna tarifimle katıldım. Balığı buharda haşlama sonucu besin değeri daha çok korunuyor sanki diye düşünüyorum. Kemalpaşatatlısı Mine Ablam'ın da buharda somon tarifi var. Ona da bakabilirsiniz. Hayırlısı neyse o olsun diyorum. Bu tarifi bazen de ton balığı ile maydonozsuz olarak uyguluyorum. O da çok güzel oluyor. İşte tarifim:


SOMON FİLETOLU FİYONK ŞÖLENİ

Malzemeler:
* 1 paket fiyonk makarna
* 2 adet somon fileto
* 4 yemek kaşığı zeytinyağı
* 1 adet limonun suyu
* 1 tutam maydonoz
* Tuz
* Arzuya göre pulbiber

Yapılışı: Somon filetoları küp küp doğrayınız. Ağzı kevgir (delikli süzgeç) büyüklüğünde bir tencerenize yeterli miktarda kaynar su ve bir miktar tuz koyup, kaynayan suyun içerisine 1 paket fiyonk makarnayı boşaltınız. Şöyle bir karıştırdıktan sonra altını kısıp tencerenin ağzına kevgirinizi koyunuz. Küp küp doğranmış somon filetoları kevgire dökerek pişen makarnanın buharında haşlanmasını sağlayınız. Arada bir ezmeden karıştırınız. Somonlardan sızan yağ da makarnaya damlayacak ve yemeğinizin lezzetine lezzet katacaktır. Somonlar haşlandıktan sonra bir karıştırma kabına alarak içerisine 2 yemek kaşığı zeytinyağı, bir miktar tuz ve damak tadınıza göre limon suyu ekleyiniz. Acıyı sevenler pul biber de koyabilirler. Hepsini harmanlayınız. Tencerede haşlanan makarnanın altını söndürüp içine 2 su bardağı soğuk su dökünüz ve bir kez karıştırarak ağzını kapatıp üç dakika bekleyiniz. Üç dakika sonra makarnayı süzünüz fakat yıkamayınız. İçine döktüğünüz soğuk su makarnaların yapışmasını engelleyecek, yıkamamanız ise besin değeri ve lezzetinin daha yüksek olmasını sağlayacaktır. Tencereye iki yemek kaşığı zeytinyağı döküp makarnaları güzelce harmanlayınız. Servis tabağına aldığınız makarnanın üzerine somon filetolu karışımı güzelce yayınız. En üstünü ise ince kıyılmış maydonoz ile süsleyip ister sıcak isterseniz soğuk olarak servis ediniz. Afiyet olsun.


16 Temmuz 2010 Cuma

AFİA GIDA

Hayırlı cumalar arkadaşlar,
Uzun zamandır yazmak isteyip de malum sağlık sebepleri nedeniyle ertelediğim bir gıda yazımı daha fazla geciktirmeden ekleyeyim istedim. Sarmaşık Eczanesi Handenur'un sayfasından tanıdığım Afia Gıda, helal gıda üretimi ile gündemde. Üçü bir arada kahveden gofret çeşitlerine, çikolatalardan topkeklere kadar çok geniş bir ürün yelpazesi var.
Handenur'un yazılarını okuduktan sonra özellikle lesitin kaygısından dolayı çok sevdiğim çikolatayı yiyemez olmuştum. Afia Gıda'nın özel üretim çikolatalarıyla tanışınca bu hasretimiz sona erdi. Firmanın Konya bayisini bulup her çeşitten denemek için birer ikişer aldım. Sonucu sizlerle paylaşayım diye resimlerini de çektim. Yukarıdaki resimde görünen sütlü çikolata artık üretilmiyor. Onun yerine tablet çikolata çıkardılar, sütlü ve fıstıklı.


Topkekleri ve sürülebilir kremaları da çok güzel. Biz ailemle özellikle kakaolu fındık kremasını beğendik. Kaşık kaşık yenebilecek cinsten =)




Dikkatimi çeken en önemli husus, bisküvilerin tek tek poşetlenmiş olması oldu. Böyle bir hassasiyeti daha evvel hiç bir markada görmemiştim. Bisküvi kutusunu açtığımda içinden yukarıdaki resimdeki gibi tek tek paketlenmiş ürünler çıktı. Alıp çantanıza atabilirsiniz. Dökülmüyor. Tüm paketi alıp çantanızı doldurmanıza da gerek yok. Sağda görünen damla çikolatalı bisküvi çok enfesti doğrusu, çıtır çıtır.



Gofretlerinde de özel üretim olduğu yazıyor. Muzlu gofreti çok hoş kokuyordu. Acaba aroma ya da gıda boyası kullanılmış mıdır gibi hususları da merak ediyordum. Firmaya e-posta ile sordum merak ettiklerimi. Cevap için beni aradılar. Haram hiç bir madde kullanılmadığını, boya-aroma vs olmadığını söylediler. Yaptığım görüşmede, firmanın helal gıda konusunu çok ince eleyip sık dokuduğunu gördüm. Her ayrıntıyı düşünüyor ve ağızdan haram lokma girmemesi için çabalıyorlar.



Bu resim de üçü bir arada kahvenin paketinin arkadan görünümü. Arap harfleriyle "helal" yazısını görebilirsiniz. Yurt dışı üretimli bu kahvenin helal sertifikası var. Tam bir neskafe bağımlısı olan ablam hilaltimur Afia kahveye bayıldı. Yumuşacık sütü ile gerçekten diğer markalardan daha farklı bir tada sahip.

Afia Gıda'nın web sitesini ziyaret etmenizi ve ürünlerini denemenizi tavsiye ederim. Bizleri helal gıda üreten bu firma ile tanıştırdığı için Handenur'a da teşekkürler. Hepinize sağlıklı mutlu günler dilerim.