28 Aralık 2011 Çarşamba

"Urfa'yı Görmeyesen"


Bir insana edilecek en kötü beddualardan biri bu olsa gerek. Kızı sevmiş. Kız ise haber göndermiş. "Onu istemem" demiş. "Bu işin sonu olmaz, beni unutsun" demiş. Delikanlı yüklenmiş diline:

"Gidesen gelmeyesen,
Başın ömrün yiyesen,
Beni istemedin ya,
Le Urfa'yı görmeyesen!"

Vaaaaay vay. O nasıl laf öyle? "Sus öyle deme kıza" diyeceğim geliyor. Böyle durumlarda kim haklıdır acaba? Delikanlı platonik ise böyle demeye hakkı olmaz elbette. "Sen seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi şart mı?" demiş ya şair. Ya da kızcağızı ürkütmüş, hak etmediği gibi davranmış olabilir. Bu durumda kız da istemez tabi. Ama eğer özne (kız ya da erkek) umut veriyor, açık kapı bırakıyor, sonrasında da "seni istemem" diyorsa; ayıp etmiştir. Hakka girmiştir. Atı alıp Üsküdar'ı geçmiştir. Giden yaktığıyla, arkada kalan ise baktığıyla kalır...

Ben iki yıldır Sürme Gözlü Yârim Canım Urfam'ı göremedim. Üstüne az evvel bu parçayı dinleyince daha da bir hislendim. Esbabı farklı ama olsun, neticede göremedim işte. Allah kimseyi sevdiğinden ayırmasın. İşte o parça:


Gidesen gelmeyesen urfayı görmeyesen ile canfeza

Ey delikanlı! Eğer haklı olan sen isen, üzülme. Canın sağ olsun. Şu parçayı dinle:



23 Aralık 2011 Cuma

HOCA-BABA (YILBAŞI)


Hayırlı cumalar Arkadaşlar,
Yılbaşı yaklaşırken etrafta görüğümüz kutlama çılgınlıkları da giderek büyüyor. Ne yazık ki ne dinimizle ne de kültürümüzle alakası olmayan bu günü kutlamak için adeta özel bir çaba sarfediyor pek çok kişi. Hazreti İsa'nın doğum günü olması münasebetiyle Hristiyanlar tarafından kutsal bir gün kabul edilip kutlanan bu günde biz Müslümanlar böylesine heyecanlanırken, kendi Efendimiz'in (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) doğum gününde neden suskun ve sönük kalır, üstüne üstlük kutlayanları gerici ilan ederiz acep?
Yıllar evvel okuduğum ve yazarını bilmediğim bir güzel yazıyı sizlerle paylaşmak istedim. Ama bundan önce, konuyla ilgili iki güzel yazıyı tavsiye etmek istiyorum. Birisi geçen yıl Stockholm Sendromu bloğunda okuduğum ve bilmeyenlere noelin ne olduğunu açıklayan Noel Baba Kadar Başınız Taş Düşsün yazısı.
Diğeri ise kurulalı henüz üç hafta kadar olmuş Kendi Defterim bloğu. Bir Urfalı'nın olan bu blogdaki Yılbaşı Çılgınlığı yazısını okumanızı tavsiye ederim. Genelde film analizleri ve fotoğraflar içeren bu blog diğer paylaşımlarıyla da ilginizi çekecektir diye düşünüyorum.
Bu açıklamalardan sonra sizleri Hoca-Baba yazısı ile başbaşa bırakıyorum. Allah cümlemizi özünden kopmayan salih insanlar etsin. Hepinize sevgilerimle.

Noel Baba ve geyikleri

Kasabanın postacısı üzerinde ‘Noel Baba’ya yazan zarfı merâkla açar. Mektubun sahibi fakir bir yavrucaktır, potin, palto ve uçurtma siparişi vermiş, adeta yalvarmaktadır. Postacının içi burkulur, tutar kendi cebinden potin, palto alır. Bir torbaya koyup çocuğa yollar ama uçurtma talebini “kış günü n’apcak” deyip umursamaz. Ertesi gün bir mektup daha, “Noel Baba sağol, potin ve palto geldi. Yalnız haberin olsun postanedeki .....sizler uçurtmaları çalıyorlar!”
Mevzuya gelelim, Hollandalı göçmenlerin Amerika’ya taşıdıkları Noel Baba efsanesinin Pataralı Nicholaos ile uzaktan yakından ilgisi olmadığını anlatmıştık. Ancak Batılılar, çocukları bu masala inandırabilmek için yırtınır, dev bütçeli filmler çeker, minik beyinleri bombardımana tutarlar. Çocuklar nedeeen sonra hiçbir Ren geyiği türünün uçmadığını hatırlar, işlerine bakarlar. Gerçi zoologların henüz tasnifini yapmadıkları yüzbinlerce canlı vardır ama uçan geyik, ne kuşlara, ne de memelilere uyar.

Fizikçi gözüyle

Dünyada yaklaşık 2 milyar tıfıl olduğunu farzedelim. Noel Baba’nın Müslüman çocuklarına çarpı çektiğini ve sadece Hiristiyan veledlerine servis yaptığını düşünsek dahi karşımıza 400 milyon gibi bir rakam çıkar. Bazı evlerde 2 bazılarında 3 afacan olduğunu varsaysak bile çocuklu evlerin sayısı 200 milyonu aşar. Haydi bunların yarısını “kötü çocuk” parantezine alıp eleyelim, N.Baba, o gece 100 milyon eve uğrayamazsa iş yatar. Halbuki önünde sadece 24 saati vardır ve zaman su gibi akar. N.Baba coğrafya derslerinden kopya çekip geçmediğine göre yeryüzündeki farklı saat dilimlerini gözden kaçırmamalıdır. İşe doğudan başlayıp, ekstradan üç beş saat kazansa bile her saniyeye dokuzyüz küsur eve uğramalıdır. Saniyenin binde birinde iyi çocuğun adresini bulmalı, kızağını park etmeli, çatıya çıkmalı, bacadan aşağı kaymalı, şömine önüne dizilen çorapları doldurmalı, kendisi için bırakılan dolmaları köfteleri yuvarlamalı ve bacadan geri çıkmalıdır. O gece çay ve ihtiyaç molası vermese ve hiçbir gümrük kapısında oyalanmasa dahi (herhalde yeşil pasaportu vardır) 120 milyon km dolanmalıdır. Hane başına 1 kg’dan hesaplasak kızağına 100 bin ton yük bağlamalı ve ses hızının 3 bin katı sürat yapmalıdır. Ama Ren geyikleri tembel yaratıklardır, kırbaçlasanız dahi 15 kilometreyi aşamaz ve tez yorulurlar.

Ekmek arası geyik!

Şimdi saniyede 1040 km hızla giden 100 bin tonluk bir kütlenin husule getireceği sürtünmeyi düşünebiliyor musunuz? Heyula kızak atmosfere giren uzay araçları ve meteorlardan binlerce kez fazla ısınacak, ortaya çıkan bilmemkaç kentrilyon (bunu rakamla yazmak için iki satır sıfır gerekiyor) fahrenayt ısı enerjisi geyikleri çıra gibi yakacaktır. Isı ve geyik çarpanından eşittir kebap gibi bir netice çıkarmak hayacilik olur, değil ekmek arası yapmak, tiridine bile banılmaz. Zira geyikler anında parlar ve sonik bir patlama ile buhar olurlar. Bu arada kasırgalar çıkar, buzullar erir, kıtaları su basar. N.Baba yanmaktan yırtsa bile yerçekiminden milyonlarca kat büyük bir merkezkaç kuvvetinin tesirinde kalacak ve milyarlarca Newtonluk bir basınçla ezilip posta pulu gibi yapışacaktır. Kısacası Baba ve geyikleri herhangi bir Noel gecesi işe çıktılarsa, moleküllerine ayrılmış olmalıdırlar.
Bunlar klasik fiziğin kuralları. Belki quantum ve relative fizik teorileriyle işi yırtabilirler ama ışık hızına varmak kaydıyla...
Evet, Allahü Teala her şeye kaadirdir, ol dediği olur, fizik kuralları kenarda durur. Ancak arabalı “tanrı” ve “tanrıça”lardan günümüze uyarlanan Noel Baba hiçbir semavi dinde yeri olmayan bir “başkaldırı” motifidir, onu pazarlayanlar yalandan medet umarlar.

Hoca’yla Baba

Çocuklar üzerine yazıp çizenler Noel Baba’yı Nasreddin Hoca’yla karşılaştırırlar ve ortaya bir “medeniyetler çatışması” çıkar. Bir kere Noel Baba çocukları beleşçiliğe iter, halbuki Hocamız düdüğü “parayı verene” çaldırır, çalışanla avantacıyı bir tutmaz.
Noel Baba, yeşili sevmez, ormanı korumaz, çam katliamında başrol oynar. Nasreddin Hoca ise bindiği dalı kesenleri uyarmaya bakar.
Noel Baba maddecidir çocukları ıvır zıvırla oyalar. Nasreddin Hoca paraya çevrilmeyecek değerlerin peşindedir, zenginliği mânâda arar.
Noel Baba uçan geyiklerin çektiği kızağı ile çocukları gerçeklikten koparır, Hocamızın elle tutulup gözle görünen bir eşekcağızı vardır, icabında “ters” biner ama “doğruluktan” ayrılmaz.
Hoca karakterlidir, itibar görmediği evde yemeği kürküne yedirir, ağzına lokma koymaz. Noel’i kapıdan kovsanız bacadan girer, bilirsiniz bu tipler bütün hukuk sistemlerinde “haneye tecavüzden” yargılanırlar.
Noel Baba bir günün yıldızıdır, reklâmlarda parlar, Hoca, her günün yıldızıdır, gönüllerde yaşar.
Noel Baba in midir, cin midir bilinmez, hatta “tanrı”lığa kalkar. Hoca hâzâ insandır, “kul” olmaya bakar.
Noel Baba vatansızdır, Avrupa, Amerika arasında turlar, Hoca’nın yeri yurdu bellidir, Sivrihisar'da doğar, Akşehir'de yaşar.
Mr. Noel kapitalist üretim çarklarının emrindedir, dolarına bakar. Nasreddin Hoca göle bile maya çalar, hayallerimizi sıcak tutar.

Bebelere bomba

Çağdaş Noelciler Iraklı ve Filistinli bebeleri sevmez, bacalardan misket bombası atar, bubi tuzağından alana ceset torbasını promosyon olarak sokuştururlar. Hocanın torunları kul hakkından korkar, değil insanları, karıncayı bile incitmekten sakınırlar.
Noelciler gemiler dolusu petrol, kabirler dolusu kan emer yine de doymazlar. Hocanın muhibleri bir kase çorba içtiler mi şükreder, lokma paylaşacak adam ararlar.
Hasılı Noel Baba, “baba”lığını görmediğimiz babalardandır ama Nasreddin Hoca, “hoca”lığını “hakkıyla” yapar.

19 Aralık 2011 Pazartesi

Facebook'un Kullandığı Hayatlar


Uzun süredir facebook gibi sosyal ağların hayatımıza verdiği zararları düşünüyordum ki bugün bir blogda bu konuyla ilgili bir yazı gördüm. Oraya bıraktığım yorumu biraz geliştirerek sayfamda yayınlamak istedim.

Yazıda "mücahid" sandığımız bir beyin facebook hesabının ne büyük saçmalıklarla ve ahlaka mugayir paylaşımlarla dolu olduğundan bahsediliyordu. O beyin kim olduğunu bilmiyorum. Ama artık sosyal medyada bu tarz durumların sıkça tezahür ettiğini biliyorum. Hani meşhur bir laf vardır “ellerinden Kur’an’ı almadıkça Müslümanlar’ı alt edemezsiniz” diye. Biz ne zaman bu hallere geldik, ne ara bu derece yozlaştık diye düşünüyordum ki, sanki bu süreçte subliminal mesajların çok etkili olduğunu müşahede ettim. Biliyorsunuz subliminal mesaj, başka bir objenin içine gömülü olan bir işaret ya da mesajdır ve normal insan algısı limitlerinin altında kalmak, o anda fark edilmemek üzere tasarlanmıştır. Genellikle ahlaki çöküntü/yozlaşma oluşturmak ya da satanizm gibi sapık inançları beyne empoze etmek için kullanılır. Bir resmin ,içine gizlenmiş başka bir resim vardır. Ahlaksız bir görüntü ya da sözcük içermektedir. Gözünüz bunu görmez. Ancak beyniniz algılar. Aynı yöntem ses dosyalarında da kullanılmaktadır. Facebook’un da açılış sayfasında bir subliminal mesaj gizli olduğunu, ve her oturum açarken gözünüz görmese de beyninizin bu mesajı algıladığını biliyor muydunuz? İşte o subliminal mesaj:

http://www.forumselcuk.com/64415/facebookun-ana-sayfasindaki-subliminal-mesaj

Facebook’un sadece eski arkadaşları/eşi/dostu bulmak için oluşturulmuş masum bir sayfa olduğunu düşünmüyorum. Bir dönem ben de kullanmıştım. Üyelere hiç haber vermeden gizlilik ayarlarını kaç kez değiştirdiler. Sürekli takipte olan uyanık bir tipseniz ya da bir arkadaşınız farkedip de sizi uyardı ise, “şanslı” diye tabir edilen gruptansınız demektir. Zira “ayarları değiştirdik” ayağıyla herkesin tüm içeriğini, HERKESİN görmesine açık hale getirdiler kaç kez. Tabi bu dönemde, sayfasında resimlerini paylaşma gafletinde bulunan bir çok insanın resimleri kopyalandı. Sonra da uygunsuz resimlerin kafa kısmına başörtülü kız resimleri monte edildiğini ve kötü içerikli sayfalarda kullanıldığını gördük “bu sayfayı şikayet edin” mesajlarıyla… Mahremiyetimizi kendi ellerimizle yavaş yavaş kaybettiğimizin farkında mıyız? Adam evde pijamasıyla tv izlerken foto çekinmiş, sonra tutmuş bu fotoyu hesabında yayınlamış. Ne alaka yani? O senin ev halin. Niçin paylaşıyorsun böyle bir resmi? Misafirliğe evine gitsek karşımıza pijama ile ev halinde çıkar mı? Hayır. O halde bu bir mahremiyettir. Paylaşılmamalı. Nişanlandım, evlendim, sevgili buldum, hamile kaldım, 28. haftadayım, doğum yaptım, boşandım, vs vs vs…. Niçin hayatının her adımını her ayrıntısını HERKES ile paylaşma gereği hisseder olduk toplumca? Çok sevdiğim bir söz var. “Eskiden kızlar utanınca yüzleri kızarırdı. Şimdi yüzleri kızarınca utanıyorlar”. Ben bu sözü kızlar diye değil de toplum diye düşünüyorum. Yazık ki bu hale geldik. Şanlı bir geçmişimiz var. Ahlaklı edepli bir ceddin torunlarıyız. Dün “adına dans denen, kadınlarla erkeklerin birbirine sarılmak suretiyle icra ettikleri…” diye bir mektup gönderip de gölgesiyle Avrupa’yı titretip dansı yasaklatan Kanuni Sultan Süleyman, bugün PTT (Pijama/Terlik/Televizyon) fotoğraflarımızı facebook’ta paylaştığımızı görse, o neslin devamı olduğumuza inanır mıydı acaba?

Bu konu uzun süredir düşündüğüm ve üzüldüğüm bir konu. Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) bile kendisi için “Allah’ım, Beni bir an bile nefsimle başbaşa bırakma” diye dua etmiş ise, bizler kendimizden korkmalı, bile bile kaygan zeminlere atlamamalıyız. Bence ne yemek tarifi paylaşmak ne tebliğ etmek ne de başka bir amaç için facebook kullanılmamalı. Hamd olsun bloglarımız var. Eğer facebook hesabını tüm içeriğiyle birlikte kalıcı olarak silmek isteyenler varsa, bu işlemi şu linkten yapabilirler:

http://www.facebook.com/help/?faq=224562897555674#Hesab%C4%B1m%C4%B1-nas%C4%B1l-kal%C4%B1c%C4%B1-olarak-silerim?

Bir de twitter var ki, insanlar onu ne için kullanıyorlar anlamış değilim. Bir ara bu twitter ne ola ki diye merak ettim ve bir kaç kişinin twitter hesabını gördüm. Atılan her adım paylaşılmış, abartısız.

-Okuldan çıktım. Şimdi otobüsteyim.

-Eve geldim. Sıcak çay da ne iyi oluyor :)

-Fenerbahçelilere geçmiş olsun. Galatasaraya yenildiler hehe :):)

-Sınav sonuçları açıklanmış. 70 aldım.

-Bu gün alışverişe gittim. Leopar desenli yeni bir kaban aldım kendime.

-Annem yemeğe sulu köfte yapmış.

-Offffff bu hayat neden bu kadar sıkıcı.

-Heyyyyy takipçilerim, neredesiniz? Neden bişey yazmıyorsunuz? Ya yazmayacaksanız neden takipçim oldunuz?

vıdı vıdı vıdı....

Oysa Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) bize israfın haram olduğunu, zaman ve sözün gereksiz kullanılmasının da israf olduğunu öğretmemiş miydi? Güzel dinimizde "Ya hayır söyle ya sus" denmiyor muydu? Malayani lafın insanı Allah'tan uzaklaştıracağı söylenmiyor muydu? Okuldan ya da işten çıkıp eve döndümse, alışverişte bir pabuç bir de kazak aldımsa, akşam yemeğinde bal baklava yedimse, ... bundan kime ne? Bunları yazmak için yazan bir vakit harcıyor; okumak için takipçileri ayrı bir vakit harcıyorlar...

Ben bu yazıyı hâşâ hiç kimseyi kınamak için yazmadım arkadaşlar. Üstünde düşündüğüm, kafa yorduğum bir konuydu bu. Sosyal ağların şahsımıza ve toplumumuza verdiği zararlara dikkat çekebilmek, bir farkındalık oluşturabilmekti amacım. Başarabildiysem ne mutlu.

Cenab-ı Hak cümlemize hidayet versin. Bizleri istikamette sabit kılsın. Hepinize sevgilerimle.

14 Aralık 2011 Çarşamba

Bu Kitap Bana İthaf Edilmiş

Lisede dershaneye giderken sınıf öğretmenim Özlem Gürhan idi. Araştırmacı, farklı, konuşkan, en dinlemeyene bile dersi zevkle dinleten ve en önemlisi de doğal bir öğretmendi. Çok okur ve kendini sürekli geliştirirdi. Benim için hep farklı ve hayatımda çok önemli yer edinmiş bir insandı.

Yaşatmak için yaşamayı seçen fedakarlardandır Özlem Hoca. Dershanedeyken Öğretmenler Günü'nde sınıf arkadaşlarımızla kendisine sürpriz olarak bir çelenk yaptırmış ve üzerine de "Ortadoğu ve Balkanların En İyi Öğretmeni" yazdırmıştık. Özlem Hoca çelenki görünce çok şaşırmış ve gözleri dolmuştu. Cıvıl cıvıl bu insanı daha önce hiç o kadar duygusal görmemiştim. "Düğünümden sonra hiç çelenk almamıştım." demişti bize. Hepimize ayrı ayrı teşekkür etmişti.

Ben mezun olduktan bir yıl sonra Aksaray'a tayin oldu. O dönemde iletişimimiz sekteye uğrasa da izini takip edip kendisini buldum =) Hayatımızda onlarca öğretmen var. Hepsi az çok bişeyler öğretir bize. Hepsine saygı duyarız. Ama bazı insanlar sizin için özeldir. Onlardan çok şey öğrenmişsinizdir. Asla kopmamak istersiniz. İşte Özlem Hoca da benim hayatımın yapı taşlarından biridir.

Biz lisedeyken hiç durmadan Agatha Christie kitapları okurdu. Sonunda kendisi de ilk kitabını "polisiye roman" kategorisinde çıkardı. Bu konuya ilgisi hep vardı. Kitabı alıp büyük bir heyecanla okumaya başladım. Öyle sürükleyiciydi ki elimden bırakamadım. Akşam bir akrabaya yemeğe davetliydik. Oraya gidince mecburen bir ara verdim ve eve dönünce tekrar başlayıp sabaha kadar okudum. Toplamda sekiz saat gibi bir sürede bitti kitap. Kurgu, cümleler, Türkçe'ye ve noktalama işaretlerine olan özen dikkat çekiciydi.

Bu kitabı ben öğretmenimin ilk kitabı diye bir sevinç bir heyecan aldım ama kapağı açınca bir sürprizle karşılaştım. Sevgili Öğretmenim, hayatında yayınlanan bu ilk kitabını ailesine ya da çocuklarına değil, biz öğrencilerine ithaf etmişti. Üstelik gönül titreten cümleler kurmuştu bizim için; "hayatın yorgunluklarında hep onlara tutunduğum öğrencilerim" gibi... Beni okuturken oğlu Naci vardı. Kızı İlayda Sevinç doğmamıştı daha. Özlem Hoca bizi Naci'den ayırt etmezdi. Severdi hakikaten öğrencilerini. İnanır mısınız, hâlâ benimle (ve diğer öğrencileriyle tabi) yakından ilgilenir. Özel hayatımı sorar, düzensizlikleri izale etmek için çabalar, yerine göre annemden çok ilgilenir sağolsun =) Hep söylerim, öğretmenlik bir gönüllülük işi...

Öğretmenimin kitabına buradan ulaşabilirsiniz. Okurken dinlenmek isteyenler, bu sürükleyici romanı kaçırmayın.

Özlem Hoca'nın talebesi olabilmek, gerçekten bir ayrıcalıktı. Dershanedeki diğer öğrencilerin özentiyle baktığı bir durumdu. Bu durumu yaşadığım için gerçekten şükrediyorum. Bana kazandırdıkları için öğretmenime gönül dolusu teşekkür ediyorum. Hep hayatımda olması arzusuyla.

12 Aralık 2011 Pazartesi

"Kenevir mi? O da ne?" {Aşure maceram=) }


Asla hayır diyemediğim iki tatlı; aşure ve hurma. Ve hayatta en sevdiğim aşure, babaannemin aşuresi. Bu yıl ben de aşure pişireyim istedim ve babaannemden tarif aldım. Oldukça zahmetliydi. Nohutların kabukları bile tek tek soyuluyor =) Ama olsun deyip başladım işe.

Aşureyi çok güzel süsleyen arkadaşlarımız var. Mesela üstüne nar, hurma vb pek çok şey koyuyorlar. Görünümü de çok hoş oluyor. Hepsinin ellerine sağlık. Ama bana göre aşurenin üstünde sadece fındık-fıstık-ceviz gibi şeyler ve kenevir olmalıdır. Kenevirsiz bir aşure düşünemiyorum. Bu nedenle markete kenevir ve eksik olan diğer bir kaç malzemeyi almak için gittim. Tereklerde kenevir bulamayınca kuruyemiş reyonuna gidip sordum. Market görevlisi "Kenevir yok. Artık satılmıyor. Onun satışı yasaklandı" dedi. Bir aşure sever olarak o an küçük çaplı bir şok yaşadım. Çünkü bence kenevirsiz aşure aşure değildir. O şokla bir anda market görevlisine "Aşureye ne koyacağız peki?" demişim =)=) Bunu adama nasıl söylediğime gün boyu hem hayret ettim hem de güldüm. Hala da gülüyor ve şaşırıyorum hatırıma geldikçe. Yani adama neyse aşureye ne koyacağımdan. Ve ben bunu kendisine neden söylediysem =) Görevlinin bu sözüm üzerine yüzüme bön bön bakışı görülmeye değerdi :D

Ordan çıkınca aynı marketin yolumuzun üzerindeki bir başka şubesine uğradık. Kıyıda köşede kalan olmuştur umuduyla yine kenevir aradım ve bulamayınca kuruyemiş reyonuna gidip "Kenevir var mı?" diye sordum. Görevli hiç duyulmamış bir şey soruyormuşum gibi "O ne?" dedi şaşkın gözlerle. Konya'da yaşayıp da o yaşa gelmiş biri keneviri nasıl bilmez diye hayret ettim ve "hani aşurenin üstüne konur ya" dedim. Bunun üzerine adam "Haaaaa genevir" dedi :D Hey benim Goca Gonyalı hemşehrim. Kenevir deyince bilemedi de genevir deyince bildi =)=) Seviyorum bu şehrin insanlarını =)

Kenevirden umudumuzu kesmiş bir şekilde kasalara doğru yürüyünce, kasaların dibine kurulmuş tahtadan bir standın üzerinde dev kenevir blokları olduğunu gördü annem. Market görevlilerinin haberi bile yok. Biri yasaklandı diyor diğeri genevir yok diyor =) Annemin o an kenevirleri pardon genevirleri =) görmesi, bana hazine bulmak gibi oldu. Hemen bir büyük paket alıp eve döndük. Bu maceralarımı paylaştıktan sonra babaannemin aşure tarifiyle başbaşa bırakıyorum sizleri:

Malzemeler:

* 1 ölçü nohut
* 1 ölçü fasulye
*2 ölçü yarma buğday
*3 ölçü toz şeker
*3 adet karanfil (istenirse artırılabilir)
* 6-7 adet kuru incir
*12-14 adet Malatya kayısısı
* Göz kararı çekirdeksiz kuru üzüm
*Göz kararı su
*Göz kararı kenevir
*200 gr fıstık (istenirse artırılabilir)

Yapılışı:

Fasulye, nohut ve yarmayı bir gece önceden ayrı kaplara ıslatın. Ertesi gün üçünü de ayrı ayrı haşlayın. Fasulye ve nohutun sularını dökün. Yarmanın suyunu ise aşurede kullanmak için saklayın.

İnciri ve kayısıyı küp küp doğrayarak ayrı ayrı kaplarda ıslatın ve yumuşamaya bırakın. Burada Malatya kayısısı kullanılması elzemmiş. Diğeri çok ekşi kaçarmış aşureye. Babaannem öyle dedi.

Fıstığın kabuklarını ayıklayınca 50 gram kadarını havanda dövün. Kalan kısmını ise aşurenin içine eklemek için saklayın.

Kenevirleri bir kabın içine alıp ıslatın. Bir müddet bekleyince kenevirlerin suyun üstüne çıktığını göreceksiniz. Suyu bulandırmadan yüze çıkanları alın. Elekte güzelce yıkayıp bir tavaya alın ve kavurun. Burada ıslattığınız kabın dibine çöken kumlara ve taşlara hayret edeceksiniz. Keneviri kavururken ağzına mutlaka bir kapak örtün. Çünkü mısır patlatması gibi sıçrayacaktır. Aynen tencerede mısır patlatır gibi ara ara tavayı sallayarak kavurun.

Nohutların kabuklarını ezmeden tek tek soyun. Sonra tenceredeki yarmanın üstüne nohutları ve fasulyeleri ekleyin. Yarmanın suyu az geldi ise göz kararı {babaannemin tabiriyle garerinsıra=)} su ekleyin ve kaynamaya bırakın. Dibi tutmasın diye karıştırın. Yarma buğday nişastasını salacağı için dibi tutabilir. Bu esnada karanfilleri de atın. Malzemeler iyice özleşince yavaş yavaş şekerini eklemeye başlayın. Şekeri döktükçe karıştırmaya devam edin ve tadına bakarak şeker miktarını ayarlayın. Benim aşure başta şerbet gibi olmuştu ama nevalelerini ekleyince şeker oranı normale bindi. Fakat yiyenlerin bazısı şekeri az buldu. Ben 3 ölçü kullandım. Siz isterseniz artırın damak tadınıza göre.

Şekeri ayarladıktan sonra fıstığın 150 gram kadarını tencereye atın. Ardından kuru üzümü atın ve bir iki çevirince ıslattığınız Malatya kayısısını susuz olarak ekleyin. Onu da bir iki kez karıştırınca ocağın altını söndürün ve kuru inciri yine susuz olarak ekleyin. İncirin ocağı söndürdükten sonra eklenmesinin nedeni aşurenin kararmaması içindir. Önceden eklerseniz aşurenin rengi kararır.

Pişen aşureyi kaplara alınca üstünü önce dövülmüş fıstıkla sonra da kenevirle süsleyin. Afiyet olsun.

6 Aralık 2011 Salı

TENCEREDE ÇAYLI KEK


Zamanın su gibi akıp gitmesi kıyamet alametlerindendir denir. Daha dün gibi Ömer Döngeloğlu'ndan ve Mehmet Emin Yıldırım'dan Kerbelâ'yı dinleyişim. Grup Dergâh "Kerbelâ" ve Uğur Işılak "İmam Hüseyin" deyip de yüreklerimizi dağlayalı, Urfa Tutkunu "Fırat Suyu Hoyrat Akar" diyeli neredeyse bir yıl geçmiş. Koca bir sene. O zamandan bu zamana unuttuk mu? Hayır elbette. Ama her Kerbelâ günü daha bir taze oluyor acılar. Bardağın içindeki su size, siz ona bakakalıyorsunuz. Gözümüzün Nuru'nun (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) İki Gözünün Nurundan Biri'si Kerbelâ çölünde toprağa düşmüş o gün. Bir damla suya hasret. Kerbelâ'yı yazmaya ne kalem ne yürek yeter. Bilinen hakikat ise inandığı Hak dava uğruna savaşıp da canından geçenlere yüzyıllar sonra bile "Canım, Ciğerim" dendiği, buna karşılık bir takım hırslarına yenik düşen yezitleri ise kimsenin rahmetle anmadığıdır.

"Kerbelâ çölünde İmam Hüseyin" bir kez daha dağladı yüreklerimizi. Allah'ın rahmeti O'nun, O'nun şefaati bizim üzerimize olsun.

Yüreğimizin yangınını andıktan sonra, Sevgili Özlem'den aldığım tarifi aktarmak istiyorum sizlere. Tencerenin içine su ya da altına kül koyup kek pişirildiğini duydum ama tencerenin direk ateşe konarak kek yapıldığını ilk kez işitiyorum. Denedim ve sonuçtan ailece memnun kaldık. Tarifimi Özlem'in ev sahipliğini yaptığı çay kahve bahane etkinliğine gönderiyorum. İşte tarifimiz:

Malzemeler:

* 2 yumurta
* 1,5 su bardağı şeker (Kesme cam kupa kullandım)
* 1 su bardağı sıvıyağ
* 1 su bardağı çayın demi
* 1\2 çay bardağı su
* 2 yemek kaşığı kakao
* 1 paket kabartma tozu
* 1 paket vanilya
* Biraz ceviz(ben eklemedim)
* Tarçın
* yaklaşık 2,5 ya da 3 su bardağı un

Yapılışı:

Un ve kabartma tozunu eklemeden tüm malzemeler karıştırılır ve bu harçtan 1 su bardağı ayrılır. Sonra un ve kabartma tozu da eklenerek kek hamuru kıvamında hazırlanır. Yağlanmış teflon tencerede kısık ateşte kapağı kapalı olarak pişirilir. Pişerken kapağını sakın açmayın. Fırındaki aynı mantık. Pişince altı söndürülür ve üzerine ayrılmış olan sos gezdirilir. İstenirse Hindistan cevizi serpilir. Sevgili Özlem 15 dakikada pişeceğini yazmış ama ben en küçük gözde ve kahve pişirir gibi en kısık ateşte pişirdim. Bir saat kadar sürdü. İçini çekmiş ve çok güzel pişmişti. Denemek isteyenlere afiyet olsun.

1 Aralık 2011 Perşembe

URFAM'IN HALLARI


Birecik’ ten akar Fırat suları,

Halfeti’ ye bakar viraj yolları,

Suruç’ tadır taze fındık dalları,

Bir başkadır şu Urfam’ ın halları.


Bir yere varırsın kapı çalmadan,

“Açım gardaş” bile deyip almadan,

Buyur derler sana hiç de korkmadan,

Bir başkadır şu Urfam’ ın halları.


Balıklı Göl’ de var farklı bir hava,

Anzılha’ da beyaz balığı ara,

Rızvaniye’ de ne güzeldir salâ,

Bir başkadır şu Urfam’ ın halları.


Gittim Harran’ a gördüm rasathane,

Hazret Harrani’ de gördüm Pervane,

İmam Bakır’ sa zaten bir şahane,

Bir başkadır şu Urfam’ ın halları.


Suları soğuktur derinden akar,

İnsanı sıcaktır yoluna bakar,

Her noktada Hazret Eyyub sabrı var,

Bir başkadır şu Urfam’ ın halları.


Kazaz Pazarı’ nda vardır kumaşlar,

Çarşıları doludur mor eşarplar,

Kınacı Pazarı dolu sarraflar,

Bir başkadır şu Urfam’ ın halları.


Mevlid-i Halil Mağarası yanında,

Dergâh Camisi’ nin tam arkasında,

Şurkav Çarşısı’ nın esnaflarında,

Bir başkadır şu Urfam’ ın halları.


Halfeti’ de gördüm siyahça güller,

Savaşan Köyü’ nü almış hep göller,

İnsanları durmaz seni gönüller,

Bir başkadır şu Urfam’ ın halları.


Birecik’ te var kelaynak kuşları,

Fırat’ ın var güzelce kanyonları,

Harran’ ın tatlıdır acı mırrası,

Bir başkadır şu Urfam’ ın halları.


Urfa Kal’ası Anzılha’ ya bakar,

Sokaklardan İbrahimî’ ler akar,

Eyyub Makamı’ ndan ne hoş su çıkar,

Bir başkadır şu Urfam’ ın halları.


Ben ne diyem neresini anlatam,

Her yanı bir başka hoş başkaca tam,

Biye gösterdiler büyük ihtimam,

Bir başkadır şu Urfam’ ın halları.


Daha yazsam bu şiir uzun sürer,

Urfam’ın hoşluğu sayfalar sürer,

Anlatsam bitmez belki kalem biter,

Bir başkadır şu Urfam’ ın halları,

Her vatandaş mutlak varıp görmeli.


04.09.07 / HARRAN-ŞANLIURFA YOLU / 17.57