"Konuş Hasan, dök içini" dedi adam.
"Ne konuşayım? Bende dökecek iç mi kaldı ki?" dedi Hasan.
Dünyanın bütün dertleri onun omuzlarındaydı adeta. Böyle anlat deyince de anlatılmıyordu ki. Hangi birinden başlayacaktı? Otuzunu devirmiş, okulunu bitirmiş, askerliğini yapmıştı. Ama buna rağmen düzenli bir hayat kuramamıştı kendine. Rüzgara katılıp Akyokuş'tan Konya üstüne uçan bir yaprak gibiydi. Yorgun gönlü artık öylesine hassaslaşmıştı ki, kırılması için bir türküde geçen öylesine bir sözü işitmek bile yeterli olabiliyordu. Uykusuz gecelerini sayamıyordu artık. Uyuyabildiği geceleri saymak daha kolaydı.
Akranları hanımıyla çocuğuyla gezerken, Hasan hala bir aile kuramamıştı kendine. Kuşların cıvıldadığı, toprağın yeniden dirildiği, sevinçle koşuşan çocukların etrafı sardığı günlerde; o bankta yalnız oturur ve insanların mutluluğunu uzaktan seyrederek mutlu olmaya çalışırdı. Zihninde hep aynı söz:
"Ben ne zaman? Ben ne zaman?..."
Tüm bunlar yetmezmiş gibi işinde de sorunlar yaşamaya başlamıştı. Arkasından kuyu kazanlar, üç günlük dünyada fırıldak çevirenler... İşini kaybetmek üzereydi. Zaman zaman "tüm dünya mı bana karşı acaba?" diye düşünüyor, kendisini dışlanmış gibi hissediyordu.
Evdeki durumu da ayrı bir sıkıntıydı zaten. Aile büyüklerinden bakmak mecburiyetinde olduğu dırdırı eksik olmayan huysuz bir ihtiyar, Hasan'ın iç dünyasında kopan fırtınalardan habersiz bir çift ebeveyn ve duvarları üstüne üstüne gelen soğuk bir ev...
"Kankardeşim" diye iç geçirdi. O da gurbet ellerdeydi şimdi. Hasan'la görüşemeyecği kadar uzak iklimlerde. İki gardaşın gönlünden gönlüne akan bir muhabbet/huzur var ise de, insan zaman zaman sesini de duymak istiyordu. Nefesinin sıcaklığını, sırtının yıkılmazlığını yanında hissetmek...Ama olmuyordu işte. Şartlar el vermiyordu.
Tüm bunlara, en yakın arkadaşının istemediği biriyle evlendirilmeye çalışılması eklenince, dilindeki susuş kadar bedeninden isyan fırladı. Sessiz sedasız bir isyan. Uykusunu yitirmiş, uçuklara gark olmuş, sebepsiz zamanlarda burnunun kanayacağı kadar bir isyan... Arkadaşının mutsuz olmasından çok korkuyordu. Ama elinden de bir şey gelmiyordu. "Mümkün olsa" diye düşündü, "Mümkün olsa elime sihirli bir değnek alıp tüm bu tatsızlıklara bir son verirdim". Ama biliyordu, imtihandı hepsi. Elsiz, dilsiz ve gönülsüz olarak atlatması gereken bir imtihanlar bütünü...
Ah be Hasan, sen şimdi beni duymazsın/görmezsin ama; bilirim ne hâlde olduğunu. Zordur kırılmadan kırmamak, bilirim. Hasret zordur. Anlaşılmamak zordur. Çaresizlik zordur. Dilini sıkmak isyan etmesin diye, zordur. 30 yaşının taze bedeninde bunca yükü çekmek zordur. Kaldırılması imkansız bir koliyi yüklenmiş gibisin. Yangın yeridir şimdi yüreğin; külleri çoktan soğumuş... "Anlat" diyenlere anlatamasan da, ben gözünün pusundan anlarım içinde kopanları. "Nereden nereye kaçayım?" dersin. İçin de gittiğin her yere senle birlikte gelmektedir ya, kaçışı yoktur bu durumun. Haykırmak istersin dağlara bakıp. Sesin kısılana kadar bağırmak. Kimsenin seni anlamadığını düşünürsün. Darlanır yüreğin, bunalırsın. Ne anlatabilmektesindir ne de rahatlayabilmekte. Ama sen yine de, her şeye rağmen yeşeren bir çiçeksin. Sıkışmış taşların arasından inadına doğan, doğarken yıpratılmış bir çiçek... Ele vermezsin hüznünü. Dile vermezsin sırrını. Tüm hamuşluğun da bundan değil midir zaten... Sen, yüreği bir türlü gülmeyen....
"Ne konuşayım? Bende dökecek iç mi kaldı ki?" dedi Hasan.
Dünyanın bütün dertleri onun omuzlarındaydı adeta. Böyle anlat deyince de anlatılmıyordu ki. Hangi birinden başlayacaktı? Otuzunu devirmiş, okulunu bitirmiş, askerliğini yapmıştı. Ama buna rağmen düzenli bir hayat kuramamıştı kendine. Rüzgara katılıp Akyokuş'tan Konya üstüne uçan bir yaprak gibiydi. Yorgun gönlü artık öylesine hassaslaşmıştı ki, kırılması için bir türküde geçen öylesine bir sözü işitmek bile yeterli olabiliyordu. Uykusuz gecelerini sayamıyordu artık. Uyuyabildiği geceleri saymak daha kolaydı.
Akranları hanımıyla çocuğuyla gezerken, Hasan hala bir aile kuramamıştı kendine. Kuşların cıvıldadığı, toprağın yeniden dirildiği, sevinçle koşuşan çocukların etrafı sardığı günlerde; o bankta yalnız oturur ve insanların mutluluğunu uzaktan seyrederek mutlu olmaya çalışırdı. Zihninde hep aynı söz:
"Ben ne zaman? Ben ne zaman?..."
Tüm bunlar yetmezmiş gibi işinde de sorunlar yaşamaya başlamıştı. Arkasından kuyu kazanlar, üç günlük dünyada fırıldak çevirenler... İşini kaybetmek üzereydi. Zaman zaman "tüm dünya mı bana karşı acaba?" diye düşünüyor, kendisini dışlanmış gibi hissediyordu.
Evdeki durumu da ayrı bir sıkıntıydı zaten. Aile büyüklerinden bakmak mecburiyetinde olduğu dırdırı eksik olmayan huysuz bir ihtiyar, Hasan'ın iç dünyasında kopan fırtınalardan habersiz bir çift ebeveyn ve duvarları üstüne üstüne gelen soğuk bir ev...
"Kankardeşim" diye iç geçirdi. O da gurbet ellerdeydi şimdi. Hasan'la görüşemeyecği kadar uzak iklimlerde. İki gardaşın gönlünden gönlüne akan bir muhabbet/huzur var ise de, insan zaman zaman sesini de duymak istiyordu. Nefesinin sıcaklığını, sırtının yıkılmazlığını yanında hissetmek...Ama olmuyordu işte. Şartlar el vermiyordu.
Tüm bunlara, en yakın arkadaşının istemediği biriyle evlendirilmeye çalışılması eklenince, dilindeki susuş kadar bedeninden isyan fırladı. Sessiz sedasız bir isyan. Uykusunu yitirmiş, uçuklara gark olmuş, sebepsiz zamanlarda burnunun kanayacağı kadar bir isyan... Arkadaşının mutsuz olmasından çok korkuyordu. Ama elinden de bir şey gelmiyordu. "Mümkün olsa" diye düşündü, "Mümkün olsa elime sihirli bir değnek alıp tüm bu tatsızlıklara bir son verirdim". Ama biliyordu, imtihandı hepsi. Elsiz, dilsiz ve gönülsüz olarak atlatması gereken bir imtihanlar bütünü...
Ah be Hasan, sen şimdi beni duymazsın/görmezsin ama; bilirim ne hâlde olduğunu. Zordur kırılmadan kırmamak, bilirim. Hasret zordur. Anlaşılmamak zordur. Çaresizlik zordur. Dilini sıkmak isyan etmesin diye, zordur. 30 yaşının taze bedeninde bunca yükü çekmek zordur. Kaldırılması imkansız bir koliyi yüklenmiş gibisin. Yangın yeridir şimdi yüreğin; külleri çoktan soğumuş... "Anlat" diyenlere anlatamasan da, ben gözünün pusundan anlarım içinde kopanları. "Nereden nereye kaçayım?" dersin. İçin de gittiğin her yere senle birlikte gelmektedir ya, kaçışı yoktur bu durumun. Haykırmak istersin dağlara bakıp. Sesin kısılana kadar bağırmak. Kimsenin seni anlamadığını düşünürsün. Darlanır yüreğin, bunalırsın. Ne anlatabilmektesindir ne de rahatlayabilmekte. Ama sen yine de, her şeye rağmen yeşeren bir çiçeksin. Sıkışmış taşların arasından inadına doğan, doğarken yıpratılmış bir çiçek... Ele vermezsin hüznünü. Dile vermezsin sırrını. Tüm hamuşluğun da bundan değil midir zaten... Sen, yüreği bir türlü gülmeyen....
şuan dersteyim hepsini tm anlayarak okuyamamış olsam da çok güzel bi post olmuş...ilhamınız bol olması dileklerimle....
YanıtlaSilHayırlı Cumalar..
YanıtlaSilbe--ğen--dim :))))))))))))))
YanıtlaSilÇaresizlik zordur...
YanıtlaSilİnsan bazen hakikaten ,elinde sihirli bir değnek olmasını ve bir çok şeyi değiştirmek istiyor..
Ancak ne mümkün!
Amma dua ve inancımız var ya,işte o sihirli değneğimiz esasen..
Belki hemen değil ancak,elbet birgün dileklerimize kavuşturacak en büyük gücümüz..
Rabbim zorda olanlara yardımını esirgemesin..
Dua ve muhabbetle..
Zeliha haklısınız. Amin diyorum güzel duanıza.
YanıtlaSilHepinize teşekkür ederim arkadaşlar.