Kaldığımız yerin yanı başında bulunan Ayasofya Camii'ni gezebilmek, ancak 06 Nisan 2012 cuma sabahı kısmet oldu. O gün, sanırım İstanbul'da geçirdiğim en kötü gündü. Daha evvel de gelmiştim bir kez Ayasofya Camisi'ne. Ancak belki o zaman bu kadar kalabalık olmayışından dolayı böylesine etkilenmemiştim.
Doğru söyleyen tarih öğretir ki, Cennetmekan Ceddimiz Fatih Sultan Mehmet Han Ayasofya'yı devletin/hazinenin parasıyla değil, kendi parasıyla/şahsına ait parayla satın alıp vakfetmiştir. Ve ileride bu güzel caminin başına gelebilecekleri tahmin etmiş olmalı ki, bu mekanı cami olmaktan başka bir amaçla kullanacaklar için ağır sözler sarf etmiştir. Sultan bizlere koskoca İstanbul'u hediye etmiş lakin bizler O'nun bir tanecik cami emanetine sahip çıkmamışız. Benim dedemin parasıyla alınan bir caminin içinde ayakkabılarıyla gezinen, kahkaha atan, sağa sola elleyen ecnebileri görmek çok ağırıma gitti doğrusu. Allah emanetin hakkını teslim edebilmeyi nasip etsin cümlemize.
Ayasofya'ya giriş için Müze Kart'ınız olması çok iyi olur. Zira önünde oluşan kuyruklar sabah olsun öğleden sonra olsun bitecek gibi değil. Müze Kartı olanlarsa sıra beklemeden giriyorlar. İşte dışarıdaki çeşmeden başlayan fotoğraflarımız:
Burada da pek çok yerde olduğu gibi sesli rehber sistemi uygulanıyor. Girişte sesli rehber alırsanız, her gezdiğiniz yerin numarasını tuşlayarak o kısım hakkında bilgiler edinebiliyorsunuz.
Girilmez yerlere girmiş bir kedicik:
Bu ne idi anlayamadım. Ecnebiler bunun önünde adeta kuyruk oluyor ve bir hareket deniyorlardı. Ortadaki deliğe baş parmaklarını koyup, ellerini hiç kaldırmadan 360 derece çevirmeye çalışıyorlardı. Anlamı nedir bilmiyorum.
Caminin üst katına çıkış:
Caminin ikinci katında bazı Hristiyan resimleri sergileniyordu:
Yekpare mermer küp:
Çan:
İmparatoriçe İrene Lahdi:
Bu da vaftiz havuzu imiş:
Ve havuzun içi. Günahsız olarak doğup da tertemiz olan çocukları, anne-babasının günahlarını yüklendi diye inanarak böyle kötü havuzlarda temizlemeye(!) çalışmak mantığını anlayamıyorum:
Bunlar da caminin bahçe kısmında bulunanlar:
Ambulansın arkasında gördüğünüz sıra, bilet kuyruğunun bir kısmı:
Ayasofya'dan sonra kaldığımız yerden ayrılıp Eminönü'ne geçtik. Bu defa balık ekmek için köprünün altındaki temiz yerlerden birini tercih ettik:
Balık ekmek molasından sonra vapurla karşıya, oradan da otobüsle Tuzla'ya geçtik. Gezimizin son iki gününü Tuzla'da akraba ziyaretine ayırdık. Büyük teyzemizi ve benimle yaşıt teyze kızı Ebru'yu çok özlemişiz. Onlara kavuşmanın sevinciyle oralarda fotoğraf çekmek hiç aklıma gelmedi =)Dolayısıyla son iki günün fotoğrafı yok.
İlk gün Ümraniye Ikea'ya gittik hep birlikte. Daha evvel Esenler'in yanındaki Ikea'ya gitmiştim. Ümraniye'deki için "çok çok daha büyük" demişti bir tanıdık. Ancak ben pek de öyle görmedim açıkçası. Aşağı yukarı aynı gibiydi.
Ertesi gün teyze kızı Ebru ve beyinin, bir arkadaşlarıyla ortak açtıkları kebapçıda yedik akşam yemeğimizi. Ortakları Adanalı. Şalgam suyundan pulbibere kadar her şeylerini Adana'dan özel getiriyormuş. İstanbul'dan sadece et ve un gibi malzemeleri alıyorlar. Ağabey gelip sordu ne arzu ettiğimizi. Ben tam bir Adana tutkunuyum. Ancak Adana'da bile bir çok yerde gerçek ve güzel Adana yapılmadığını üzülerek gördüm ne yazık ki. Adanalı ağabeye Adana rica ettiğimi söylerken, pek çok yerde Adana adı altında zırhla çekilmemiş etten (yani normal kıymadan) yapılan acısız şeylerin getirildiğinden serzenişte bulundum. "Mümkünse benimki gerçek Adana gibi çok acı olsun" dedim. Bülent ağabey "hele bir de benimkini ye" diye iddialı bir laf etti. Aşağıya kebapları yapmaya indiğinde Ebru da onunla gitmişti. Yoğurup hazırladığı kebaba Ebuşumun ifadesine göre iki avuç dolusu daha pulbiber eklemiş ve tekrar yoğurmuş Bülent ağabey. Bunu yaparken de Ebru'ya "göreceksin bak çok acı oldu deyip bu kebabı yiyemeyecek" demiş =) Tabi Ebuşum bu itirafı gecenin sonunda yaptı =) Pişen kebaplar geldi. Sunum müthişti gerçekten. Hakiki Adana sunumu yapmış Bülent Ağabey. Yedik içtik sohbet ettik. Her şey çok güzeldi. Ancak kebap gerçekten de acı değildi. Sonradan atılan o iki koca avuç biber nereye gitti anlamadım. Annem ve ben doğru dürüst bir acı hissedemezken; Hatice Teyze ve Ebru sadece birer lokma tadıp "yandık yandık" nidalarıyla o tek lokmaları zor yuttular. Yemeğin sonunda Bülent Ağabey geldi. Sordu beğendiniz mi diye. O emeklerine kabalık etmek istemem ama aynı zamanda dürüst de davranmalıydım. Dolayısıyla gerçekten hissettiğimi kırmadan söyledim. "Ellerinize sağlık her şey çok güzel olmuş. Hepsi birbirinden nefisti. Yalnız Adana acı değildi. Ben acıyı hissedemedim." dedim. Bu sözüm üzerine Bülent abinin gözleri faltaşı gibi açılırken, Ebru'nun yorumu ise hepimizin gülmesine sebep oldu:
"Kızım sen Urfa'da acıyı yiye yiye ağzının ayarı kaymış" =)=)=)
Bu güzel akşamın ardından sevdiklerimize ve güzel İstanbul'a zor da olsa veda edip, Konyamız'ın yollarına düştük. Sabah Hamza ve Harun Paşalarım'ın yanındaydık =)
Bir sonraki yazıda görüşmek ümidiyle, hepinize sevgilerimle.