"Ben sırtımda yük sevmem ağam" dedi. "İnsan eti ağırdır. Dalımda kambur olacağına, ruhumda özgür olman evlâdır. İçin rahat, hakkım helâl olsun."
Gözlerini karların beş karış tuttuğu bir günde açmış. Zor bir mevsimde doğup, zor bir çocukluk geçirmiş. Nemrut'a karşı eğilmeden duran Hazreti İbrahim'e inanan Zeliha'ya benzesin, onun gibi dik dursun, onun gibi firasetli ve güçlü olsun diye; adına Zeliha demişler. Bundan sebep midir nedendir bilinmez, hep dimdik hep güçlü hep aklıbaşında olmuş.
Muallim Mektebi'nden mezun olduktan sonra köyüne dönmüş. Köy mektebinde göreve başlamış. Yıllardır hiç bir öğretmen uğramazmış buralara. Bahaneler malum; uzak / mahrumiyet bölgesi / terör var / ... Bunlar doğru olmasına doğruymuş belki ama, sebep değilmiş işte. Bahaneden öteye geçemezmiş hiç biri. Hakikat şu ki, buraya çıkan tayinlerini reddedenler "memleket" kelimesinin ne demek olduğunu bilmiyorlarmış aslında. Memleket, uğruna kan verilmiş topraktır. Her karışıyla bizimdir. Bir ucundan diğer ucuna kadar ne uzaklık olur onun içinde ne de gurbet. "Oraya gitmem" denmez. Senin "orası" dediğin de vatanının bir parçası değil midir? "Orası" dediğin yerde yaşayanlar da bu toprağın evlâdı değil midir? Susuzluk mu var? Olsun. Kalorifer yok mu evlerde? Olsun. Marketler yerine bir küçük köy bakkalı mı var? Olsun. Orada yaşayan da insan değil midir be kardeşim! Onlar ölmüyorsa sen de bir müddet sabretsen ne kaybedersin? Yürek dolusu "Memleketim, her yerin birdir bana, her yerin Cennet!" desen ne kaybedersin?
İşte Zeliha gerçek bir öğretmen, gerçek bir memleket evlâdı imiş. Lüksün zirvede olduğu bir metropolde okusa da, o da bu lükse alışsa da, tüm zorluğuna rağmen "gideceğim" demiş. "Gidecek ve boynu bükük çocukların boynunu doğrultacağım. Onların da yüzü gülecek. Onlar da okuma yazma öğrenecek. Okuyacak onlar da." demiş. Ve gitmiş de.
Her şey çok güzelmiş ilk günlerde. Of demeden temizlemiş okulu Zeliha. Film karakteri değil, gerçekmiş üstelik. Ve başlamış ders yılı. Çocuklar gerçek bir öğretmen görmenin verdiği sevinçle okula geliyor, derslerine sımsıkı sarılıyorlarmış. Köylü destek, muhtar destek, herkes destek ve mutlu imiş. Bir kişi hariç. Zeliha'nın öz be öz ağabeyi Rasim.
Rasim evvelden beri karşı çıkmış Zeliha'nın okumasına ya, babalarının karşısında duramayacağı için mecburen baş eğmiş olanlara. Milattan öncelerde kaldı zannettiğimiz zihniyeti taşıyormuş "Kız çocuğu okumaz!" Gel zaman git zaman babaları rahmet-i Rahman'a kavuşunca, Zeliha'nın üstündeki baskılarını artırmış Rasim. Kızcağız ne dediyse olmamış. Zeliha lüküs lambası gibi ışıldaya/ışıldata dursun; evindeki karanlığa bir türlü söz geçirememiş. Ne muhtar kalmış Rasim'e dil dökmedik ne köylüler. Ama heyhat! Cehalet böyle bir şeymiş işte. "Sen okudun da ne oldu, bırak onlar da okumasın" diyormuş.
Vay ki vay Zeliha sana. Zor günlerde doğmuş, hep zorluklarla büyümüşsün. Bitmemiş mi çilen acep? Bu genç öğretmen her şeye rağmen işinin/sevdasının hakkını vermiş. Evet doğru, bir sevda değil miymiş öğretmenlik? Kendinden çok talebelerini düşünebilmek, salya sümük ağlayan bir ufaklığın burnunu KENDİ mendilinle iğrenmeden silebilmek, yavrum deyip bağrına basabilmek, onlar açsa tok yatamamak, onlar mahzunsa mutlu olamamak... Öğretmen Zeliha...
Bir gün Rasim cehaletin doruğundaki aklına danışmış ne etsem de bu kızı işinden vaz geçirsem diye. Karanlık bir akıldan aydınlık fikir çıktığı görülmüş mü a gözüm? Rasim'in nadanlığı işte! Kardeşinin sabah çayına uyku ilacı atıp evde kalmasını sağlamayı düşünmüş. O gün bu şekilde geçecek, sonrasında da başka çarelere baş vuracakmış; olmayan başını... Rasim hey Rasim! Kız çocuğu hep çocuk kalmayacak ya. Gün gelip ana olacak. Ana dediğin de bir öğretmen değil midir? Ana iyi yetişmemişse ne versin çocuğuna? İçi boş çaydanlığı ocağa koyarsan ne olur bilir misin? Yanar ama yanmakla da kalmaz. Yakar tutuşturur etrafı. Ne olurdu sen de babanın, büyüklerinin firasetinden bir parça alaydın?
Rasim aklına gelen çareyi eyleme döküp anasının toz şeklindeki uyku ilaçlarından koymuş Zeliha'nın çayına. Koymuş koymasına ya, uyku ilacı sandığı büyük ağabeyinin bahçeye atmak için henüz alıp geldiği zehirmiş aslında. Ne bilsin? Okuması mı var ki? Zamanında babasının döktüğü dilleri hiçe sayıp "Okumam baba, çiftçi olacam ben! Okuyup nolcak ki" demiş. Olaydın be Rasim; okuyaydın da okumuş çiftçi olaydın. Hangi zaman ne ekilir? Hangi toprağa hangi ilaç verilir? Okuyaydın da araştırıp bileydin bunları. Cahillik okulla geçmezmiş aslında. Nice okumuş cahiller varken, nice diplomasız alimler var şu cihanda. Rasim'inki okula gitmemişlikten değil sadece, bildiğin kör kütük cahillikmiş işte. Çayı içen Zeliha ağzından köpükler gelerek yere yığılınca koparmış çığlığı akılsız Rasim. İçeri koşan büyük ağabey gardaşını o halde görünce muhtar emminin arabasını alıp derhal ilçeye götürmüş. Zelihacık ne çileler ne ağrılar çekmiş. Günlerce hastanede yatıp zarar gören iç organlarının düzelmesini beklemiş. Nihayetinde evine, köyüne, mektebine, yavrularına dönmüş Zeliha. Bu ders ağabeyine yetmiş. Zeliha hastanede kıvranırken o da evde kıvranmış "Ne ettim ben? Kendi ellerimle gardaşımı öldürecektim! Ne ettim ne ettim!" deyip durmuş. Bir musibet bin nasihattan yeğdir diyen atalar boşuna konuşmamış. Babasının yıllardır dil dökmesi kâr etmemiş ama kendi akılsızlığından doğan musibet sarsmış Rasim'i. Kendine getirmiş adeta. Zeliha'nın eve döndüğü ilk gün mahcubiyetinden odasından dahi çıkamamış. Ertesi sabah kendini zorlayarak utana sıkıla gelmiş gardaşının yanına. Af dilemiş. "Benim yüzümden ölümlerden döndün" demiş. "Ben sırtımda yük sevmem ağam" demiş Zeliha. "İnsan eti ağırdır. Dalımda kambur olacağına, ruhumda özgür olman evlâdır. İçin rahat, hakkım helâl olsun."
Zeliha, sönmeyen lüküs lambası. Yetiştirdiği çocuklar memlekete onun gibi sahip çıktıkça, sönmeyecek olan lüküs lambası...
Gözlerini karların beş karış tuttuğu bir günde açmış. Zor bir mevsimde doğup, zor bir çocukluk geçirmiş. Nemrut'a karşı eğilmeden duran Hazreti İbrahim'e inanan Zeliha'ya benzesin, onun gibi dik dursun, onun gibi firasetli ve güçlü olsun diye; adına Zeliha demişler. Bundan sebep midir nedendir bilinmez, hep dimdik hep güçlü hep aklıbaşında olmuş.
Muallim Mektebi'nden mezun olduktan sonra köyüne dönmüş. Köy mektebinde göreve başlamış. Yıllardır hiç bir öğretmen uğramazmış buralara. Bahaneler malum; uzak / mahrumiyet bölgesi / terör var / ... Bunlar doğru olmasına doğruymuş belki ama, sebep değilmiş işte. Bahaneden öteye geçemezmiş hiç biri. Hakikat şu ki, buraya çıkan tayinlerini reddedenler "memleket" kelimesinin ne demek olduğunu bilmiyorlarmış aslında. Memleket, uğruna kan verilmiş topraktır. Her karışıyla bizimdir. Bir ucundan diğer ucuna kadar ne uzaklık olur onun içinde ne de gurbet. "Oraya gitmem" denmez. Senin "orası" dediğin de vatanının bir parçası değil midir? "Orası" dediğin yerde yaşayanlar da bu toprağın evlâdı değil midir? Susuzluk mu var? Olsun. Kalorifer yok mu evlerde? Olsun. Marketler yerine bir küçük köy bakkalı mı var? Olsun. Orada yaşayan da insan değil midir be kardeşim! Onlar ölmüyorsa sen de bir müddet sabretsen ne kaybedersin? Yürek dolusu "Memleketim, her yerin birdir bana, her yerin Cennet!" desen ne kaybedersin?
İşte Zeliha gerçek bir öğretmen, gerçek bir memleket evlâdı imiş. Lüksün zirvede olduğu bir metropolde okusa da, o da bu lükse alışsa da, tüm zorluğuna rağmen "gideceğim" demiş. "Gidecek ve boynu bükük çocukların boynunu doğrultacağım. Onların da yüzü gülecek. Onlar da okuma yazma öğrenecek. Okuyacak onlar da." demiş. Ve gitmiş de.
Her şey çok güzelmiş ilk günlerde. Of demeden temizlemiş okulu Zeliha. Film karakteri değil, gerçekmiş üstelik. Ve başlamış ders yılı. Çocuklar gerçek bir öğretmen görmenin verdiği sevinçle okula geliyor, derslerine sımsıkı sarılıyorlarmış. Köylü destek, muhtar destek, herkes destek ve mutlu imiş. Bir kişi hariç. Zeliha'nın öz be öz ağabeyi Rasim.
Rasim evvelden beri karşı çıkmış Zeliha'nın okumasına ya, babalarının karşısında duramayacağı için mecburen baş eğmiş olanlara. Milattan öncelerde kaldı zannettiğimiz zihniyeti taşıyormuş "Kız çocuğu okumaz!" Gel zaman git zaman babaları rahmet-i Rahman'a kavuşunca, Zeliha'nın üstündeki baskılarını artırmış Rasim. Kızcağız ne dediyse olmamış. Zeliha lüküs lambası gibi ışıldaya/ışıldata dursun; evindeki karanlığa bir türlü söz geçirememiş. Ne muhtar kalmış Rasim'e dil dökmedik ne köylüler. Ama heyhat! Cehalet böyle bir şeymiş işte. "Sen okudun da ne oldu, bırak onlar da okumasın" diyormuş.
Vay ki vay Zeliha sana. Zor günlerde doğmuş, hep zorluklarla büyümüşsün. Bitmemiş mi çilen acep? Bu genç öğretmen her şeye rağmen işinin/sevdasının hakkını vermiş. Evet doğru, bir sevda değil miymiş öğretmenlik? Kendinden çok talebelerini düşünebilmek, salya sümük ağlayan bir ufaklığın burnunu KENDİ mendilinle iğrenmeden silebilmek, yavrum deyip bağrına basabilmek, onlar açsa tok yatamamak, onlar mahzunsa mutlu olamamak... Öğretmen Zeliha...
Bir gün Rasim cehaletin doruğundaki aklına danışmış ne etsem de bu kızı işinden vaz geçirsem diye. Karanlık bir akıldan aydınlık fikir çıktığı görülmüş mü a gözüm? Rasim'in nadanlığı işte! Kardeşinin sabah çayına uyku ilacı atıp evde kalmasını sağlamayı düşünmüş. O gün bu şekilde geçecek, sonrasında da başka çarelere baş vuracakmış; olmayan başını... Rasim hey Rasim! Kız çocuğu hep çocuk kalmayacak ya. Gün gelip ana olacak. Ana dediğin de bir öğretmen değil midir? Ana iyi yetişmemişse ne versin çocuğuna? İçi boş çaydanlığı ocağa koyarsan ne olur bilir misin? Yanar ama yanmakla da kalmaz. Yakar tutuşturur etrafı. Ne olurdu sen de babanın, büyüklerinin firasetinden bir parça alaydın?
Rasim aklına gelen çareyi eyleme döküp anasının toz şeklindeki uyku ilaçlarından koymuş Zeliha'nın çayına. Koymuş koymasına ya, uyku ilacı sandığı büyük ağabeyinin bahçeye atmak için henüz alıp geldiği zehirmiş aslında. Ne bilsin? Okuması mı var ki? Zamanında babasının döktüğü dilleri hiçe sayıp "Okumam baba, çiftçi olacam ben! Okuyup nolcak ki" demiş. Olaydın be Rasim; okuyaydın da okumuş çiftçi olaydın. Hangi zaman ne ekilir? Hangi toprağa hangi ilaç verilir? Okuyaydın da araştırıp bileydin bunları. Cahillik okulla geçmezmiş aslında. Nice okumuş cahiller varken, nice diplomasız alimler var şu cihanda. Rasim'inki okula gitmemişlikten değil sadece, bildiğin kör kütük cahillikmiş işte. Çayı içen Zeliha ağzından köpükler gelerek yere yığılınca koparmış çığlığı akılsız Rasim. İçeri koşan büyük ağabey gardaşını o halde görünce muhtar emminin arabasını alıp derhal ilçeye götürmüş. Zelihacık ne çileler ne ağrılar çekmiş. Günlerce hastanede yatıp zarar gören iç organlarının düzelmesini beklemiş. Nihayetinde evine, köyüne, mektebine, yavrularına dönmüş Zeliha. Bu ders ağabeyine yetmiş. Zeliha hastanede kıvranırken o da evde kıvranmış "Ne ettim ben? Kendi ellerimle gardaşımı öldürecektim! Ne ettim ne ettim!" deyip durmuş. Bir musibet bin nasihattan yeğdir diyen atalar boşuna konuşmamış. Babasının yıllardır dil dökmesi kâr etmemiş ama kendi akılsızlığından doğan musibet sarsmış Rasim'i. Kendine getirmiş adeta. Zeliha'nın eve döndüğü ilk gün mahcubiyetinden odasından dahi çıkamamış. Ertesi sabah kendini zorlayarak utana sıkıla gelmiş gardaşının yanına. Af dilemiş. "Benim yüzümden ölümlerden döndün" demiş. "Ben sırtımda yük sevmem ağam" demiş Zeliha. "İnsan eti ağırdır. Dalımda kambur olacağına, ruhumda özgür olman evlâdır. İçin rahat, hakkım helâl olsun."
Zeliha, sönmeyen lüküs lambası. Yetiştirdiği çocuklar memlekete onun gibi sahip çıktıkça, sönmeyecek olan lüküs lambası...