30 Temmuz 2021 Cuma

Mide Kanaması Mı Geçirdim?

Merhaba sevgili blog dostları,
25 Temmuz pazar günü sabah uyandığımdan itibaren bir takım tuhaf belirtiler göstermeye başladım. Belirtiler akşama kadar durmaksızın devam etti ve akşam üstü şiddetini artırdı. Yarım gün boyunca ne için bekledin derseniz geçecek önemsiz bir şey zannetmiştim. Ancak öyle olmadı maalesef. Akşamüstü artık bir şeylerin ters gittiğine emin olunca doktora gittim. Şehir hastanesinin aciline başvurdum. Öncelikle şunu söylemek isterim ki Konya Şehir Hastanesi ekipmanlarıyla, hızıyla, ekibi ile gerçekten muhteşem olmuş. Kendimi bir devlet hastanesinde değil de, özel hastanelerin en lüksünde gibi hissettim. Her şey son derece sistemli ve güzel. Numaranızı alıyorsunuz ve sıra size geldiği anda içeri giriyorsunuz. Karışıklık vesaire yok. Muayene olduğumda doktor mide kanaması geçiriyor olabileceğimi, bu belirtilerin onu işaret ettiğini ve çok acil üniversite hastanesine gitmem gerektiğini söyledi. Zaten taşıdığım belirtilere internetten bakınca ben de mide kanaması olabileceğini düşünmüştüm. Ancak bunu doktordan duymak başka bir şey tabii ki. Doktor çok acil olarak üniversite hastanesine gitmem gerektiğini, eğer gitmez de geciktirirsem bir yerde düşüp kan kaybından ölebileceğimi söyledi. Biz de hemen üniversite hastanesine gittik. Uzun zamandır hastaneye gitmediğim için üniversite hastanelerinin insanı yoran yüzünü unutmuşum. Acil resmen tıklım tıklımdı. Ne numaratör var ne bir şey. Önce triaja alınıyorsun, oradaki doktor ismini okuduğunda içeriye geçiyorsun. Ancak bunun için o kadar çok bekledim ki size anlatamam. O sırada kalp krizi geçiren bir hasta geldi, karısı koluna girmiş zor yürüyordu. Kadın   "kalp krizi geçiriyor, yardım edin, yardım edin" diyor. Baktı ki gelen giden yok, çığlık çığlığa "ne biçim hastane burası, bir sedye yok mu?" diye bağırdı. Sonra hemen doktor hasta sandalyesi ile geldi ve adamı içeriye aldı. Yani gerçekten milattan önceden kalma gibiydi görüntüler. Sıra bana geldi, içeri alındım. Kan aldılar tahlil için ve hemen mide koruyuculu bir serum verdiler. Ancak size anlatırken böyle kısacık bir cümlenin içerisinde söylediğime bakmayın. Maalesef gelen hemşire damarlarımı bulamadığı için 4-5 farklı yerden deneme yaparak girdiği her damarı patlattı. En sonunda bileğimin iç tarafından taktı serumu. "Buradaki damar çok ince, elinizi kıpırdatmayın, çok yavaş gidecek serum" dedi. Zaten tarifi imkansız bir acı yaşadığım için put gibi hiç kıpırdamadan durdum. Ancak bir süre sonra kolumda yanma, uyuşma ve korkunç acılar baş gösterdi. O sırada doktor gelince durumu anlattık. Doktor "buraya niye taktı, bu damar çok incedir, buradan serum doğru dürüst gitmez ki" diye kendince söylendi ve sonrasında daha tecrübeli yaşı büyük bir hemşire gönderdi. O da serumu bileğimin iç kısmından çıkarıp, diğer elimin üstüne taktı. Ve çıkardığı anda gördüğüm görüntü ile şok oldum. "Buradaki damarınızı patlatmışlar" dedi ama o görüntüyü hiç unutamayacağım. Resmen bileğimin içi balon gibi şişmişti. Çok korkunç ve kötü görünüyordu. Ben artık hastalığın derdini bıraktım, patlayan damarlarımın acısına düştüm. Şu an günler olmasına rağmen damarlarımın acısı ve üstündeki morluklar hala geçmedi. Bir işi yapmak için o işte ehil olmak gerçekten çok önemli. İnsanları deneme tahtası gibi kullanmak, nasıl olsa benim canım acımıyor ona ne olursa olsun gibi bir düşüncede olmak gerçekten çok yanlış. Ben ağrı eşiğim yüksek olduğu halde damarlarımın acısına gerçekten zor dayandım. Sonrasında belirli saat aralıkları ile kan aldırmam gerekti. Çünkü kıyaslayıp hemoglobin değerlerine bakacaklarmış düşüş var mı diye. Ancak bu kanı almaya gelen hemşireler de kanı alabilecek damar bulamadılar maalesef ilk hemşire kolumun içi dışı ellerimin üstü her taraftaki damarları patlattığı için! Gerçekten çok acılı ve zor bir süreçti. Gece boyu hastanede kalmak durumunda kaldım. Sabaha karşı dışarıdan çığlık çığlığa ağlama sesleri gelmeye başladı. Sanırım birilerinin cenazesi oldu. Hani bazı yörelerde ağıt yakar gibi sayarak ağlarlar ya, yaklaşık 1 saat boyunca kadınlar durmaksızın saya saya ağladılar. İnsanların böyle hallerini görmek de insanın üzülmesine sebep oluyor. O sırada acil odasından yaşlı bir amcanın son ses bağırışlarını duydum. Amca "Burası ne biçim hastane! Siz ne biçim insanlarsınız! Acıtmadık yerimi bırakmadınız! Yeter artık! Böyle tedavi mi olur!" diye bağırıyordu. O an içimden "sanırım amcaya da benim damarlarımı patlatan hemşire gitti" diye düşünmedim desem yalan olur. İnsanların acı çektiğine yakından şahit olmak insanın ruhunu derinden etkileyen bir şey gerçekten. Tüm bunların sonunda sabahleyin doktorum mide kanaması geçirmediğimi, yaşadıklarımın bir enfeksiyondan kaynaklı olduğunu söyleyerek bir poşet dolusu hap yazarak beni taburcu etti. Ve o andan sonra birkaç tane tanıdığımızdan arka arkaya duyduğumuz şey şuydu; Konya'da çeşmeden akan sulara lağım suları karışmış. Bundan dolayı da bir salgın baş göstermiş. Hatta yan komşumuzun kızı başka bir hastanede sağlıkçı. Akıl etseydim de keşke sana söyleseydim, iki haftadır bizim hastaneye gelen gelene, bu konuda ortalık kırılıyor, çeşmeden kullanmayın demediğim için üzgünüm dedi. Eczacım da reçetemi görür görmez bu durumdan siz de mi nasibinizi aldınız dedi. Benim hiç haberim yoktu ama şu an Konyamızda bu şekilde bir salgın varmış.

Sonuç itibari ile sağlığın her şeyden ama her şeyden daha önemli olduğunu bir kez daha anladım. Rabb'im cümlemize sıhhat afiyet şifa versin. Yeni bir yazıda görüşmek ümidiyle. Kendinize ve sağlığınıza lütfen çok dikkat edin. 

20 Temmuz 2021 Salı

Alacağın Olsun Zehrem




Ben daha çocuk sayılacak yaşlardayken çok severek dinlediğim ve söylediğim bir ezgi vardı. Nereden bilirdim o ezginin bir gün hayatımın hakikati olacağını... 

"Özlemekten yorulmuşum, kapında durdur beni, 
Ucu sana dek uzanan bir zincire  vur beni, 
Beni çöllerden sorma ki sonra Mecnun yerinir, 
Aşksızlıktan taş kesilmiş şehirlere sor beni!" 

Yorgunum be Zehrem. Zihnim yorgun, bedenim yorgun, fikrim yorgun, hislerim yorgun; külliyen yorgunum senin anlayacağın. İnsan kendi hayatının yükünden yorulur mu? Gün gelip yoruluyormuş meğerse. Seni özlemekten bitap düştüm. Aradım, bulamadım. Aramaktan vazgeçtim, yine bulamadım. Bulduğumu sandığımdaysa Ağrı Dağı'nın zirvesinden yere çakıldım. Öyle şiddetli, öyle sert bir düşüştü ki bu; sinemde kırılmadık kemik kalmadı. Öldüm sonra. Sesler öldü, suretler öldü, lisan öldü. Karanlık, kapkaranlık bir mahzende yapayalnız kalakaldım. Çok korkunçtu Zehrem. Hâlâ çok korkunç... 

Sonra bir gün celladımı gördüm. İlginçtir, o bakışla dirildim. "Bu ne yaman çelişkidir" anlayamadım...

Nefes alınmayan şehirlerde beton binaların arasında bir başıma bıraktın ya beni, alacağın olsun! Olsun be gülüm, senin yine de canın sağ olsun! 

Her neredeysen, bayramın mübarek olsun Zehrem... 

20 Temmuz 2021 / KONYA / 00.40

16 Temmuz 2021 Cuma

Her Yıl Bu Zamanlar


"İnsanın hem kavuşması hem ayrılığı nasıl aynı zamana denk gelir ki?" diye düşündü. Her sene bu vakitler geldiğinde sevinç ve hüzün bir arada içini kaplardı. Bu haline şaşıyordu. Bir insan aynı anda nasıl hem durgun ve mahzun hem de mutlu ve neş'eli olabilirdi ki? Mutluydu, çünkü sevildiğini biliyordu. Mahzundu, çünkü sevdiği artık yanında değildi. Niye böyle oldu, nasıl böyle oldu'ları bir kenara bırakıp hayatın akışında oradan oraya savrulmaya başlayalı epey zaman olmuştu. Kendisini duygusal ve fiziksel anlamda son derece yalnız hissediyordu. Nereye varacak bu yalnızlığın sonu diye düşünürken, komşu balkonundan çay karıştırma sesleri duydu. Çay... İnsana ne güzel bir arkadaştı. Mutluyken de insana iyi geliyor, kederli iken de iyi geliyordu. Ancak en güzeli, evin içinde çay kaşığı sesi duyabilmekti. Yalnız içilen çaydansa, karşılıklı içilen çaylar her zaman daha lezzetli gelmişti ona. Bu düşünceler içerisinde iken Özdemir Asaf'ın "Yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılsa adı yalnızlık olmaz" dizesi geldi aklına. Yalnızlığın da güzel tarafları var aslında diye kendini teselli etmeye çalıştı. Fakat iş tüm güzelliklerden geçip geceleyin zihninin içinde yürüyüp duran karıncalarla baş başa kalmak ve onlar yüzünden uyuyamamaya dayanıyordu. Yalnız olmanın en zor tarafı galiba geceleri uyuyamamaktı. Gece, sessizliğin göbek adıydı. Ama onun zihni asıl geceleri konuşmaya başlıyordu. Ortamda çıt çıkmasa da beyninin içinde bir orkestra vardı sanki. Bu orkestra seslerini susturmadığı için geceleri bir türlü uyku yüzü göremiyordu. Düşünceler içerisinde iken  vakit bir hayli ilerlemişti. Kederin bünyesini iyiden iyiye basmaya başladığını farkedince bu halini dağıtmak istedi. 'Eskiler radyoyu açar ve "ikinci/beşinci... sıradaki benim olsun" derlerdi, ben de öyle yapayım bugün' dedi kendine ve ekledi  "üçüncüsü benim olsun". Radyonun düğmesini çevirdi. Kısmetinden radyonun gece programı da yeni başlamıştı. Spiker hızlı ve neşeli bir giriş yapmış  ve ard arda iki hareketli türkü çalmıştı. İkincisi bitince yeniden mikrofon başına geçen spiker  "Evet dostlar, gece ilerliyor ve artık kendimizi gecenin hüzünlü kollarına bırakma zamanı geldi. Şimdi biraz da gecenin ruhuna uygun yavaş parçalardan dinleyelim" dedi ve üçüncü parçayı başlattı. İşte gelmişti. Şimdi çalan onun için çalıyordu. Acaba ne çıkacak diye merak içerisinde beklerken iyiden iyiye durgunlaştı. Çünkü sırada sevdiği, ama her dinlediğinde çok etkilendiği bir türkü vardı:

"Ne feryad edersin divane bülbül? 
Senin bu feryadın gülşene kalsın. 
Bu dünyada eremezsen murada, 
Huzuru mahşere divana kalsın." 

Derin bir ahhh çekti. Anlaşılan gece yine uzun olacaktı... 

16 Temmuz 2021/KONYA/21.58


*Fotoğraf internetten alıntıdır.