Bugün sizlere benim için önem arz eden bir kaç hatıramı anlatmak istiyorum.
Beni tanıyanlar siyaset ile işimin olmayacağını bilirler. Dolayısıyla bu yazıya siyasi bir gözlük ile bakan hakkıma girmiş olur, bunu peşinen söyleyeyim.
Muhsin Yazıcıoğlu benim için bir gönül insanı idi. Çocukluğumdan beri onu hep çok sevdim. Siyasetin kiri pisliği üzerine bulaşamayacak kadar temiz, düzgün ve güzel bir insan idi. 25 Mart 2009'da vefat ettiği zaman o ana kadar hiç yaşamadığım bir durumu yaşadım. Hayatta en önem verdiğim kıymetlim dediğim insan rahmetli büyükbabamdı ve onu da Temmuz 2007'de kaybetmiştim. O zamanlar büyükbabam vefat ederse bir gün bile yaşayamam sanıyordum. Benim için o derece önemli idi kendisi. Fakat Cenab-ı Allah yardım ediyor ve alıştırıyormuş meğerse. Büyükbabamın vefatından yaklaşık bir buçuk yıl sonra Muhsin amca vefat ettiğinde, Büyükbabamda bile olmadığım kadar sarsıldım. Tabi bunda vefatının şekli, günlerce aranması falan da etkili oldu...
Önce günlerce ha bulundu ha bulunacak diye bekledim ve neticede vefatı kesinleşip cenazesi kaldırıldı. Bu dönemde bende önlenemeyen duygu boşalmaları yaşandı. Açıkçası bana birisi böyle olacaksın dese kendim de inanmazdım. Düşünün koskoca insan istemsiz bir şekilde sokakta yürürken falan ağlamaya başlıyordum. Buna gerçekten mani olamıyordum ve bu durum tam 23 gün boyunca devam etti. Ne yaparsam yapayım, kendime ne söylersem söyleyeyim buna engel olamadım. Resmen ortalık yerde bir anda aklıma gelip ağlamaya başlıyorum. Ben onu gerçekten çok sevmiştim. Allah'a olan bağlılığı, vatana olan sevgisi, dürüstlüğü, temizliği her zaman için ona hayranlık duymama vesile olmuştu. 25 Mart'ta düştüğünden tam 23 gün sonra yani 16 Nisan'a kadar bu halim devam etti. 16 Nisan'da ise bıçak keser gibi bir anda kesildi. Nasıl oldu derseniz önceki gece yatmadan önce bilgisayarda kendisi ile alakalı bir klip izlemiştim ve fonda da ablasının Muhsin amca için yaktığı Yılan Dağına Kar Yağmış ağıdı çalıyordu. Hal böyle olunca tabii salya sümük iyice birbirine karıştı bende. O gece hayırlara gelsin ilginç bir rüya gördüm. Malum, Adım Aslıhan ve kendi ismime sahip çok fazla arkadaşım olmadı bugüne kadar. Rüyamda Aslıhan abla adlı bir tanıdığımı gördüm ve kendisinin de bir oğlu var Furkan adında. İlginçtir, Muhsin Yazıcıoğlu rahmetlinin oğlunun adı da Furkan. Bu şekilde de bir bağ vardı rüyada. Biz rüyada Aslıhan abla ile koskocaman bir mutfakta idik ve Furkan'a yemek hazırlıyorduk. Fakat mutfak Konyamızın eski zaman kerpiç evlerinin mutfakları gibiydi, görenler bilirler, oldukça karanlık, sabahları bile içerisinde ışık yakılacak şekilde bir mutfak. Her ne hikmetse biz ışık yakmadan Aslıhan abla ile o karanlıkta yemek hazırlama işlerine girişmiştik ve sırtımız kapıya dönüktü. Bir anda mutfağın içinde tarifi imkansız bir aydınlanma oldu. Yani ışığı yaksanız o şekilde aydınlanmaz. Çok farklı bir aydınlanma idi, bir nur idi adeta... Ne oluyor düşüncesiyle kapıya dönünce mutfak kapısında gülümseyen yüzü ile Muhsin Yazıcıoğlu'nu gördüm. Bana bakıp dişleri görünecek derecede gülümseyip "Ağlama, ben burada çok iyiyim." dedi. Üzerinde bembeyaz bir gömlek, boğazında güzel bir kravat vardı. Ve her zamanki o mütebessim çehresi ile benimle konuşmuştu. O an içime farklı bir serinlik geldi. Şimdi rüyanın üzerinden neredeyse 10 yıl geçmiş ama yazarken hala gözlerim doluyor. O sabah uyandığımda gerçekten de Allah'ın yardımıyla ağlamalarım bıçak keser gibi durdu. Ve vefatından beri hanımı ile çocuklarına illa bir başsağlığı dilemeye gitmek istiyordum, bu nedenle adreslerini araştırıp duruyordum. Çok şükür Allah-u Teala yardım etti, adreslerini buldum. Tevafuken bir akrabanın düğünü için de Ankara Beypazarı'na gitmemiz gerekiyordu o zamanlar. Büyük yeğenim Hamzam altı buçuk aylıktı. Ablam, eniştem, Hamza ve ben o gidişimizde hemen Beypazarı'na geçmedik. Ankara'dan bir taksiye atlayıp adresi sora araştıra bulduk. Taksici amca da çok emin olamadı ama o bölgeye vardığımız zaman apartmanın üzerindeki dev Türk bayrağını ve Muhsin Yazıcıoğlu posterini görünce orası olduğuna emin olduk ve taksiden inip eve çıktık. Evde bizi rahmetlinin hanımı Gülefer Hanım ile kızı Firuze karşıladı. Benim için tarifi imkansız duygulardı. Çocukluğumdan beri adeta kahramanım olmuş bir insanın evindeydim. Bu iki güzel insana başsağlığı dileyip onlarla biraz sohbet ettik. O acılarının içerisinde bizlere ikramda da bulundular sağ olsunlar, çay börek vs...
O sırada Hamza'nın altını değiştirme mecburiyetimiz doğdu ve bu olay ile ablamla beni etkileyen unutamadığımız bir hatıra yaşandı. Öncelikle şunu arz edeyim, bundan bir süre önce bir tanıdığımızın evine ziyarete gittiğimizde Hamza'nın altını değiştireceğimiz zaman bizim ne kadar dikkatli olacağımızı bilen bir insan olduğu halde bu tanıdık bir anda 'aman altına bir şey serin, dikkat edin, halıma bir şey olmasın' demişti ve bu tavrına gerçekten çok şaşırmış, üzülmüş ve kırılmış idik. Biz zaten gerekli her tür tedbiri alan ve ev sahibini bu anlamda rahatsız etmeyen insanlardık. Tanıdığımız da bunu bilmesine rağmen nedense böyle bir şey yapmıştı o gün. Muhsin Amca'nın evinde ise ablam çocuğun altını değiştirmek için salonun diğer tarafına geçti. Rahmetlinin kızı bir anda tek kişilik çok güzel ve geniş bir koltuğu ablamın bulunduğu yere doğru iteklemeye başladı. Biz tabi ne olduğunu anlayamadık. Şu koltuğun üzerinde rahatça değiştirin, çocuk rahat etsin, yere koyulur mu hiç deyip koltuğu gösterdi! Bizim hassasiyetimizi bildiği halde halıya dikkat edin diyen tanıdığımıza bakın, bir de hiç tanımadığı, halktan bir insana evinin en özel koltuğunu verip çocuk rahat etsin altını burada değiştirin diyen bu insanlara bakın! Öyle baba böyle evlat yetiştiriyor demek ki... Bu insanlar gerçekten gönülsüz ve insan sevgisi ile dolu kimseler, Allah hepsinden razı olsun.
Gülefer Hanım ile yaptığımız sohbetlerde kendisine daha önceden duyduğum birkaç şeyi sordum ben böyle duydum ama acaba doğru mu diye. O da 'bunları nereden duydunuz, gerçekten de söylediğiniz gibi hepsi ' dedi. Bir tanesini aktarayım size. Muhsin amca rahmetli hiçbir şekilde abdestsiz olarak yere ayak basmazmış. Dedeleri hep müderris imiş ve namazına da çok dikkat edermiş. Bu arada Gülefer hanım da bize rahmetli ile olan bir hatırasını anlattı. Bir gün rahmetlinin hapishane döneminde yaşadığı işkenceleri yazdığı günlüğünü bulmuş. Bu günlükten iki sayfa okumuş ve daha fazla dayanamayarak kapatmış, bir daha da hiç açmamış. Dedi ki Gülefer hanım "Kendisine sordum. Ben bunları okurken dayanamadım, kanım dondu. Sen bu işkencelere nasıl dayandın, bu kadar şeyi nasıl yaşadın?" dedim. Rahmetli Muhsin amca şöyle cevaplamış "Onlar bana işkenceye başladıkları zaman ben de içimden Allah Allah diye zikir yapmaya başlıyordum ve o işkencelerin acısını hissetmiyordum bile." İşte buna iman kuvveti denir. Şimdi bu insan gönül insanı değil de nedir...
Rahmetlinin Taceddin Dergahı'na defnedilmesi de çok akıllıca bir girişim oldu bence. Ankara'nın daha önce benim için pek güzel hatıraları yoktu. Vefatından önce Taceddin Dergahı'na gitmek de hiç kısmet olmamıştı açıkçası. Fakat oraya gidince gördüm ki orası sanki Ankara'dan başka bir yer. Ayrı bir maneviyat, farklı bir huzur var orada... Şimdi ne zaman Ankara'ya gitsek yahut yakınlarından geçsek, mümkün mertebe direksiyonu kırıp rahmetliyi ziyaret ederiz.
Burada bir hatıramı da nakletmek isterim. Okuldan tanıştığım bir arkadaş vardı. Ben o kızcağızı yıllarca Tokatlı zannettim çünkü kendisi öyle demişti. Bir gün bir konuşma arasında Sivaslıyım deyince şaşırdım. Dedim Sen hep Tokatlıyım diyordun, hayrola? Sivaslıyım demekten çekindiği için Tokatlıyım dediğini duyunca gerçekten şaşkınlığım ikiye katlamıştı. Ona "Sivaslıyım demek için yiğido ile aynı memleketten olmanın şerefi dahi yeter" demiştim. Hiç anlayamadım gerçekten o arkadaşı...
Cenab-ı Hakk Sivas'ın yiğidosuna gani gani rahmet eylesin. Onu yetiştirenlerden de razı olsun. Ve aynen onun gibi Allah, Peygamber, vatan aşkı ile dolu insanların sayısını arttırsın. Amin.
Yeni bir yazıda görüşmek ümidiyle. Ümit hep vâr olsun.